Goru?leri.
?bn Haldun’un du?unce sisteminin merkezini ilk defa kendisinin temellendirdi?i “umran ilmi” olu?turur. Bu ilim, alemin umranından ibaret olan insan toplumunu ve ona tabiatı gere?i arız olan halleri, bu hallerin zorunlu sonuclarından ibaret olan tarihi ve tarihin hakikatini konu edinmektedir (
Mu?addime
, I, 286, 328, 331). Umran ilminin amacı, insanları taklitten kurtarıp daha once olmu? bitmi? olanla daha sonra olacak olanın anla?ılması konusunda bir bakı? acısı kazandırmaktır (
a.g.e.
, I, 285-286). ?bn Haldun, bu kevn ve fesad aleminde kalıcı olanı tesbit ederek olup bitenin (kainat) kendisine dayandı?ı esasları ortaya cıkarmak, boylece hem gecmi?in hem de gelece?in anla?ılmasını mumkun kılacak bir ilim arayı?ı icindedir. Umran ilmi bir tur toplum metafizi?idir; toplumun zati arazlarını ele alması acısından da bir anlamda ontolojidir. Bu ontolojinin, “var olmak bakımından var olan”ı ele alan ontolojiden ayrıldı?ı temel husus o gune kadar metafizi?in veya metafizikcilerin farkedemedi?i bir varlık alanını, tarihi-toplumsal varlık alanını inceleme konusu yapmasıdır. ?bn Haldun’un asıl ba?arısı, tarihte olayları sebep-sonuc ili?kisi icerisinde ele almak gerekti?ine dayalı metodolojiye yaptı?ı vurguda de?il o gune kadar farkedilmeyen tarihi-toplumsal varlık alanını ke?fetmesindedir. Bundan dolayı umran ilmini tarihin oldu?u kadar felsefenin de bir bolumu olarak gorur (
a.g.e.
, I, 282, 285-287).
?bn Haldun umran ilmini ?ekillendirirken iki ayrı varlık alanını birbirinden ayırır (
a.g.e.
, III, 1010 vd.). Bunlardan birincisi olan “unsurlar alemi” geleneksel anlamda metafizik ve buna ba?lı olarak da tabiiyyatın, ikinci varlık alanı olan “havadis alemi” ise umran ilminin konusunu te?kil eder. Havadis alemi olu?-yok olu? alemidir. Do?rudan insana ba?lı ve ba?ımlıdır. Ancak insanla var olabilir, aynı ?ekilde insan da yalnız onunla vardır. Bu iki varlık alanı arasındaki en esaslı fark, insanın fiziki varlı?ı ve ferdiyeti itibariyle birinci varlık alanına ait olması, ikinci varlık alanının ise insanın var olu?u gere?i toplumun zorunlu bir neticesi olarak ortaya cıkması, yani insana ait olmasıdır. Havadis alemi toplumla birlikte ortaya cıktı?ı icin toplumsal, zaman icerisinde olup yok oldu?u icin de tarihidir, dolayısıyla tarihi-toplumsal bir varlık alanıdır. ?bn Haldun, insan fiillerinin icinde gercekle?ti?i ve aynı zamanda insan fiillerinin bir neticesi oldu?u icin, tek tek zatlardan olu?an unsurlar alemine kar?ılık havadis aleminin insan fiillerinden olu?tu?unu soyler (
a.g.e.
, II, 598; III, 1069). ?nsanların birlikte ya?amasıyla fiziki dunyada mevcut olmayan asabiyet, mulk, devlet gibi bircok ?ey ortaya cıkar. Buna ba?lı olarak insanlar fiziki dunya uzerinde bazı tasarruflarda bulunarak onu kendi imkanları ve amacları do?rultusunda yeniden in?a ederler. Umran da bu in?a neticesinde ortaya cıkar. Ancak umran kalıcı de?ildir; halden hale gecer. Bir insan ba?arısı olan umran alemin bir tur yeniden in?ası, hatta yeni bir alemin in?asıdır, adeta “yeni bir yaratma”dır. Umranın ahvalinin de?i?mesiyle tarihi-toplumsal varlık da de?i?ime u?rar (
a.g.e.
, I, 326).
Tarihi-toplumsal varlık alanını unsurlar aleminden ayıran onemli bir ozellik onun itibari bir varlık alanı olu?udur. Bu varlık alanının asabiyet, mulk, guc gibi unsurları vardır. Unsurların bir tur “itibar”lar olarak varlık kazanmaları ve bu itibarları yitirdiklerinde yok olmaları onların mahiyetini te?kil eder. Bu itibarlarla olu?an unsurlar, bir defa olu?tuktan sonra insanlar kar?ısında unsurlar alemini te?kil eden maddi varlıklar gibi bir objektiflik kazanır ve insanlara kendilerini zorunlu olarak kabul ettirirler. ?nsanlar tarafından zorunlu bicimde te?kil edilen bu varlık alanının unsurları zamanla insanların kar?ısına zorlayıcı bir guc olarak cıkar ve onların hayatları kadar tarihi gidi?i de tayin eder. Bu durum insanın var olu?unda bulunan cok esaslı bir gerilimdir ve kendi ba?ına bir insanlık problemidir. ?bn Haldun, tarihi-toplumsal varlık alanını ke?federken aynı zamanda bu gerilimi de goz onune sermektedir.
?bn Haldun’a gore her ?ey ve olu? bir amaca yoneliktir (
a.g.e.
, II, 545). ?nsan varlık ?artları acısından toplumsallı?a, toplumsallık asabiyete, asabiyet de mulke matuf olarak var olur. Gayesini tahakkuk ettiren varlık varlık sebebini yitirir ve yok olur. Onun yerini benzer amaclara yonelmi? olan yeni varlıklar alır. Baki olan sadece Allah’tır. ?bn Haldun’da gorulen toplum metafizi?i bu olu?-yok olu?un sabit ve genel gecer kurallarını, kendi ifadesiyle “sunnetullah fi halkıhi” veya “adetullah”ı tesbit etme gayretinin adıdır.
?nsanın toplumsal bir varlık olu?u ?bn Haldun’un du?uncesinin hareket noktasını te?kil eder (
a.g.e.
, I, 337). ?nsan ancak bir toplum icerisinde ve toplumsal olarak var olur. Toplumsallık zorunlu bicimde sadece insan toplumunda bulunan bir dizi olu?umu da ortaya cıkarır. ?nsan bir taraftan beslenmek ve korunmak icin gerekli olan ?eyleri temin etmek, bir taraftan da hayatiyetini surdurebilmek icin canını ve elinde bulunan ?eyleri muhafaza etmek zorundadır. Bu zaruretler ancak bir toplum icerisinde ve dayanı?ma sayesinde kar?ılanabilir. Dolayısıyla insanın var olu?u toplumun varlı?ına ba?lıdır. Toplum, insanların yalnız belli mekanda bir arada ya?amaları de?il, aynı zamanda bir duzen icerisinde ya?amalarıdır. ?nsanların kendilerini ve ellerinde bulunanı savunabilmeleri ve kendileriyle birlikte di?erlerini de gozetmeleri bu duzenin esasını te?kil eder. Bu gozetmeyi herkes aynı gucte yapamayaca?ı icin aralarından birinin bunu di?erleri adına yapması gerekmektedir. Bu durum toplum icinden bir otoritenin ortaya cıkmasını zorunlu kılmaktadır. ?bn Haldun’un tesbit etti?i varlık alanı olan “alemu’l-havadis” insanların tek tek iradeleriyle planlayarak olu?turdukları bir alem de?ildir. Bu alem, unsurlar aleminde oldu?u gibi bir toplum icinde mevcut olan insanla birlikte zorunlu olarak ortaya cıkmaktadır. Ancak insanlarda var olu?, butun amacların kendisine dondu?u gaye oldu?u icin yok olan sadece toplumsal varlı?ın bir hali olmakta, bir hal yok olurken onun yerini ba?ka bir hal almakta ve boylece insan turu zorunlu bicimde halleri de?i?se de toplumsal olarak varlı?ını surdurmektedir.
Umran ilminin meselelerini ortaya koyarken ?bn Haldun once tarihe bir butun olarak bakar ve umranın de?i?en ?artlarını zahirde gelen haberlerin gerisine giderek tesbit eder; bu hallerin gerekli on ?artını ve neticelerini acıklar. Boylece insan toplumu varlı?ını muhtelif hallerde surdururken ba?ta zaruri ihtiyacları olmak uzere hallere ba?lı yeni ihtiyacların nasıl ortaya cıktı?ını ve bu ihtiyacların nasıl temin edildi?ini acıklar. Bundan dolayı ?bn Haldun tarih yazıcılı?ını, toplumsal hayatın hallerini, bu hayatı mumkun kılan siyaset ve devleti, bunların olu? ve yok olu? ?artlarını, insanların gecim yollarını ve bu yolların hallerle olan ba?ının ortaya konulmasını, hallerle birlikte ortaya cıkan zorunlu sonucları ve bir butun olarak tarihi anla?ılır kılmayı umran ilminin belli ba?lı meseleleri ?eklinde ele alır. Ona gore butun bu sureclerin cift yonu vardır. Bunların insanlardan, zaman ve mekandan ba?ımsız sadece bazı on ?artların gercekle?mesiyle zorunlu bicimde olu?ması asıl onemli olan tarafıdır. ?kinci yon ise on ?artlarla ilgili olmakla birlikte bu on ?artların bu ?artlarda ya?ayan insanlar tarafından algılanmasına ba?lıdır. ?bn Haldun acıklamalarını bu iki noktadan yapmaktadır. Once genel du?uncesini, olayların, olup bitenin gerisinde ve ustunde olan, batıni tarafını ortaya koyduktan sonra bunun bir fenomen olarak insanlar tarafından onların perspektiflerini dikkate alarak nasıl algılandı?ını ortaya koyar ve bu iki yonu birle?tirerek “fenomenolojik” bicimde meseleyi anla?ılır hale getirmeye calı?ır. Daha sonra orneklerini sıralar. Orneklerde hangi faktorun veya yonun ne kadar etkin oldu?una i?aret ederek tezini olgularla do?rular (
a.g.e.
, II, 521-525).
?bn Haldun’un gozlemleri ve yeti?me doneminde aldı?ı felsefe ve ozellikle mantık e?itimi, kendisine zahirde olup bitenin anla?ılmasının onun gerisinde bulunan ve do?rudan idrak edilemeyen batıni esasların tesbitiyle mumkun olaca?ını o?retmi?tir. Bu da ona tarih yazıcılı?ı alanında tenkidi bir tavır ortaya koyma imkanını sa?lamı?, bir butunluk icinde tarihte olup bitene bakıp havadis aleminin gerisinde bulunan ilkeleri ara?tırmak onda bir tavır olarak yerle?mi?tir. ?bn Haldun, olup biteni incelerken tarihin toplumsallı?ın bir gercekle?me surecinden ibaret oldu?unu farketmi?tir. Bundan dolayı tarih icinde toplumsalla?ma surecini kendine konu edinen umran ilmi bir yonu ile tarih felsefesi, ba?ka bir yonu ile de tarihe yonelmi? toplumbilim olarak gorulebilir; ancak bu ilim iki disiplinin de otesinde esas itibariyle klasik felsefe gelene?i icinde ifade edilmi? bir toplum metafizi?idir (kr?. Muhsin Mahdi, s. 225 vd.).
Tarih ve Tarih Yazıcılı?ı.
?bn Haldun tarihi “yolu kutsal, faydası cok, gayesi ?erefli bir ilim” olarak tanımlar (
Mu?addime
, I, 291). Cunku onunla ummetlerin ahlaklarında, enbiyanın siretlerinde, meliklerin siyasetlerinde ortaya cıkan hallere vakıf olunur. Bunlara vakıf olmak isteyen ki?i ce?itli kaynaklara, ce?itli disiplinlerden elde etti?i bilgilere ve her ?eyden once onu do?ruya ula?tıran ve hatalardan koruyan iyi bir tefekkure muhtactır. ?bn Haldun’a gore tarih denildi?inde genel olarak bir donemin veya bir neslin haberlerinin anlatılması kastedilir. Tarihci haberleri derleyip eserini telif ederken asırların, nesillerin genel durumlarını tesbit eder ve haberlerin acıklanmasında bunlara ba?vurur (
a.g.e.
, I, 325). Tarihin zahiri ve batıni olmak uzere iki yonu vardır. Zahiri yonuyle tarih olup bitenlerin naklinden ibarettir. Tarihi olaylar tarihin seyrinde tesir icra etmi? olaylardır. Bu olayların failleri insan topluluklarıdır. Zahiri yonuyle tarih olayların nasıl gercekle?ti?ini ve ne gibi sonuclar ortaya cıkardı?ını, ahvalin nasıl de?i?ti?ini, devletlerin sınırlarının nasıl geni?ledi?ini, insanların yeryuzunu nasıl imar ettiklerini anlatır; batıni yonuyle de butun bu olayları var ve mumkun kılan esasları soz konusu eder. Bu yonuyle tarih umran ilmine tekabul eder. Bu ikinci anlamıyla tarih hikmetin asli bir unsurudur ve bu yonuyle de bir tur felsefedir (
a.g.e.
, I, 282).
Birinci anlamıyla tarih yazıcılı?ının bazı eksiklikleriyle birlikte ?slam tarihcileri tarafından cok yaygın bir ?ekilde gercekle?tirildi?ine i?aret eden ?bn Haldun, ozellikle rivayetlerin sıhhati konusunda yeterli ara?tırma yapılmamasını, olayların sebepleri uzerinde yeterince du?unulmemesini bu eksiklikler arasında zikreder. Yapılması gereken ?ey, gerce?in anla?ılmasını engelleyen unsurların basiretle tesbit edilerek ayıklanmasıdır. Rivayetleri tenkitci gozle ele alan bir tarihcinin nakledilenleri kabul ve red konusunda olcusunun kendisi olması ona gore tarih yazıcılı?ının en esaslı ilkesidir. Boyle bir tarihcinin en onemli ozelli?i, umranın muhtelif halleri ve bu hallerin her birinin ayrı tabiatları oldu?unu bilmesi ve bu bilgiye dayanarak onlara dair karar vermesidir (
a.g.e.
, I, 283). Yani umran bir vakıa veya bir varlık alanı olarak tarihcinin kar?ısında bulunmakla birlikte onun hakkında edindi?i veya edinmek istedi?i malumat do?rudan de?il dolaylıdır. Cunku gorundu?u haliyle umran bir sebep de?il bir neticedir; netice olması hasebiyle de onu ortaya cıkaran sebeplerin neler oldu?u ve bu sebeplerin kalıcı bir duzeni olup olmadı?ının ara?tırılması gerekir. Olayları do?ru tasvir eden haberler bulunmadan tarih yazıcılı?ı, tarih yazıcılı?ı olmadan da ikinci anlamıyla tarih ilmi mumkun olamaz. Zira tarih ilmi, tarih yazıcılı?ını te?kil eden rivayetlerin ve tarihi eserlere anlamını veren cercevenin esasını te?kil eder (
a.g.e.
, I, 319-320; II, 547-548).
Tarih yazıcılı?ının dayandı?ı haber tabiatı gere?i do?ru veya yanlı? olabilir. Tarihcinin gorevi, ilk olarak do?ru haberi yanlı?ından ayırarak do?ru olanları bir duzen icinde bir araya getirmektir. Ancak tarihciler bircok sebepten dolayı bunu gere?i gibi yapmamı?tır. ?bn Haldun, tarihcilerin bir mezhebe veya bir goru?e ba?lı olmaları yuzunden (
a.g.e.
, I, 328) benimsedikleri goru?lerine uyan haberin sıhhatini ara?tırmaksızın nakletmelerini du?tukleri hataların en ba?ında zikreder. Ona gore gordukleri veya kendilerine nakille ula?an olaylara yanlı? bir anlam yukleyerek nakletmeleri, haberin do?ru oldu?una dair bir tevehhumle hareket etmeleri, olayları icinde gercekle?tikleri ?artlar cercevesinde kavrama konusundaki yeteneksizlikleri, makam ve mevki sahiplerine yaranmak icin eser telif etmeleri de onları yanlı?lara sevketmi?tir. Tarihcilerin en yaygın hatası umrandaki ahvalin tabiatı hakkındaki bilgisizlikleridir (
a.g.e.
, I, 329). Cunku her hadisenin zatında veya ona arız olan ahvalde sadece ona ait olan bir tabiatı vardır. E?er bir olay hakkındaki bir haberi i?iten tarihci onun oyle olmasını gerektiren sebepleri ve bunların tabiatlarını bilirse bu bilgi ona haberlerin do?rusunu yanlı?ından ayırt etme imkanını verir. Bu ise rivayetlerin sıhhatini ara?tırma konusunda en tesirli yoldur (
a.g.e.
, I, 329-330). ?bn Haldun’a gore tarihci, mufessir ve nakilcilerin du?tu?u hataların temel sebebi sadece nakillere itimat etmeleri, bunları benzer olaylara kıyaslamamalarıdır (
a.g.e.
, I, 291-292). Surekli de?i?en hadiselerin gerisinde de?i?meyen bazı ilkeler vardır. Bu noktadan bakıldı?ında gecmi?le gelecek suyun suya benzedi?inden daha fazla birbirine benzer. Bu benzerli?in farkedilebilmesi icin cok dikkatli bir mu?ahede gerekmektedir. Tarih ilmiyle umran ilmi bu noktada bulu?makta, tarih umran ilminin zahiri, umran ilmi ise tarihin batını olmaktadır.
?bn Haldun sadece tarih yazıcılı?ının nazariyesiyle u?ra?mamı?, aynı zamanda tarih yazıcılı?ının tarihini de ana hatlarıyla ortaya koymu?tur. Zahiri anlamıyla ?slam tarih yazıcılı?ının once umumi tarih yazıcılı?ı ?eklinde ba?ladı?ını, ozellikle Mes‘udi’den (o. 345/956) sonra gelen tarihcilerin umumi tarih yazıcılı?ını terkederek genellikle icinde ya?adıkları devletin, bolgenin ve ?ehirlerin tarihini, kendi ya?adıkları donemdeki olayları nakletmeyi tercih ettiklerini soyler. Yine bu donemde, daha once telif edilen eserlerde bulunan yanlı? rivayetleri tahkik etme ihtiyacı hissedilmedi?i gibi olaylarla ilgili bir dizi uydurma sozler de nakledilmi?, tahkikten vazgecilerek taklide yonelinmi?tir. Netice itibariyle ?slam tarih yazıcılı?ı ba?langıcta oldukca sa?lam esaslara dayansa da zamanla bu i?e ehil olmayan insanların elinde guvenilir bir ilim olmaktan cıkmı?tır. Bu muelliflerden sonra gelenler ise tarih yazıcılı?ını bazı rivayetleri bir tasnife tabi tutmadan nakletmekten ibaret zannetmi?lerdir. Bu tarihcilerin eserlerinde mesela bir devletle ilgili olaylar ele alınarak onlara dair rivayetler nakledilmi?, ancak bu devleti ortaya cıkaran sebep, bu devletin kendisine ilke edindi?i amac, boyle bir hareketi ba?arılı kılan unsurlar ve bu unsurların etkin hale geldi?i surec uzerinde hic durulmamı?tır. Okuyucu, zihninde ortaya cıkan bir dizi soruya cevap bulamamaktadır (
a.g.e.
, I, 284-285). Tarih kadar tarih yazıcılı?ı da tarihin seyrini tayin eden guclerle yakından ilgilidir. Di?er bir ifadeyle, yazılan tarih olup bitenin yerine gecen ikinci bir gerceklik alanı olu?turur. Bu gerceklik, duruma gore mevcut bir hali me?rula?tırmak veya buna kar?ı cıkmak icin kullanılabilir. Bundan dolayı tarih siyasetle her zaman alakalı bir ilim olmu?tur.
?bn Haldun’a gore tarihci kendi donemini umranın ahvalindeki de?i?ikliklerin farkında olarak incelemelidir. Bu hususta eski tarihciler sadece usul acısından ornek alınabilir. Eski tarihcileri gere?i gibi anlayabilmek icin onların doneminin farklı oldu?unu bilmek ve bu farklılıkları tesbit etmek, bunun icin de o donemdeki umranın ahvalini o?renmek, bu ahvali anlayarak yorumlamak gerekir. Ancak bundan sonra onun kendi donemi icin yaptı?ını di?er tarihciler kendi donemleri icin yapabilirler. Bu ozelliklere sahip tarihci bazı donemlerde ya hic yoktur veya oldukca azdır (
a.g.e.
, I, 325-326).
?nsan.
?bn Haldun insanın toplumun olu?tu?u ?artlarda olu?tu?unu soyler; her insan icinde ya?adı?ı toplumun bir aynasıdır. Bundan dolayı insanın do?u?tan getirdi?i bazı kabiliyetleri dı?ında bilgi ve ahlak olarak belirlenmi? bir tabiatından bahsedilemez. Kabiliyetleri, icinde ya?adı?ı toplumsal ?artlar cercevesinde kazanan insan iki ayrı alemin ortasında bir yerdedir ve onlarla mu?terek bazı hususiyetlere sahiptir. Bunlardan birincisi hayvanlar, ikincisi melekler alemidir. Butun farklılıklara ra?men insan bu iki alemle de irtibat kurabilecek ozelliklere sahiptir. Onun bu iki alemden ayrıldı?ı en onemli husus irade, kasıt ve fikir gucudur (
Mu?addime
, III, 1069). ?nsan hayvanlar aleminden fikir gucu, melekler aleminden irade ve kasıt kuvvetiyle ayrılır. ?rade ve kasıt, insanın daha onceki tecrubelerinden olu?turdu?u tasavvurları sayesinde ortaya cıkar. Bu noktada insan iradesi ve kastının faaliyet alanı ilahi irade tarafından sınırları cizilmi? olan olu? ve yok olu? ile kayıtlıdır (
a.g.e.
, III, 1069). ?rade ve fikir gucu ona, hislerin olu?turdu?u gecici intibaların sınırları otesine gecerek kalıcı olanı tesbit etme imkanı sa?lar. ?nsan akıl bali? oldu?u ve zihni bir kemale ula?tı?ı an temyizi bir akla da sahip olur; bu temyizi akıl yardımıyla olaylar arasında do?rudan mu?ahede edilemeyen alakalar kurar. Hatta bu olayların ve aralarındaki ili?kilerin de gerisine gitme kabiliyetine ula?ır. Boylece olayların gerisindeki saf formları (ma‘k?lat) tesbit edebilir. ?bn Haldun buna “nazari akıl” veya “nazar” adını verir. Bu akla ula?manın riyazet gibi ce?itli yolları vardır.
?nsanın toplumsal bir varlık olması var olu?unu surdurmesinin de on ?artıdır. Di?er bir ifadeyle insanın var olu? iradesi butun zorunlulukların esasını te?kil eder. Cunku insan tabii ihtiyaclarını kar?ılamak icin ba?kalarına muhtac oldu?u gibi varlı?ını muhafaza etmek icin de ba?kalarının yardımına muhtactır. Onun varlı?ını tehdit eden tehlikelerin ba?ında vah?i hayvanlar gelmektedir. Fiziki guc itibariyle bu hayvanlar kar?ısında zayıf olan insanın di?er canlılarda mevcut olmayan iki ozelli?i vardır. Bunlar onu di?er canlılar kar?ısında avantajlı kılar. Bu iki ozellik fikir ve eldir (
a.g.e.
, I, 338). ?nsan, elinin ta?ıdı?ı imkanları farkedip du?unme kabiliyetinin yardımıyla geli?tirip kullandı?ı aletler sayesinde en guclu vah?i hayvandan daha guclu olur. ?nsanın du?unme kabiliyeti ve elinin olması zanaatların ve ilimlerin ortaya cıkmasının esasını te?kil eder (
a.g.e.
, I, 338). Ancak ne zanaatlar ne de ilimler, bir ki?inin tek ba?ına olu?turup geli?tirebilece?i ve kullanabilece?i kadar basittir. Zanaatların ortaya cıkıp geli?ebilmesi icin insan toplumu zaruri oldu?u gibi zanaatlar sayesinde elde edilen aletlerin gere?i gibi kullanılabilmesi icin de insanların belirli bir duzen icinde birbirleriyle yardımla?ması zorunludur. ?bn Haldun’un ifadesiyle, “Yuce Allah, insan cinsinin yeryuzundeki bekasını ona fikir ve el vererek garanti altına almı?tır.” ?nsanın yapması gereken ?ey, kafasını ve elini kullanarak kendini korumak icin faaliyette bulunmaktır. Sonuc olarak insanlar, varlıklarını surdurmek istiyorlarsa bir toplum icinde hemcinsleriyle beraber ya?amak zorundadırlar. Bu sayede insan cinsi varlı?ını surdurdu?u gibi, onun yaratılı? amaclarından olan yeryuzunun imarı ve orada halife olması da gercekle?mi? olmaktadır. Bu aynı zamanda ?bn Haldun’un temellendirmeye calı?tı?ı umran ilminin konusunu te?kil eder (
a.g.e.
, I, 338). ?nsanın yeryuzunde halife olması onun yeryuzunu imar etmesi amacına yoneliktir. ?nsan yeryuzunu mamur hale getirince Allah’ın onu yaratmasındaki amacın yeryuzuyle ilgili kısmı tahakkuk etmi? olur (
a.g.e.
, I, 340).
?bn Haldun’a gore umranın gercekle?mesinin en onemli ?artı uygun tabii bir cevrenin bulunmasıdır. Hayata uygun tabii cevre olmadan hayatın ortaya cıkması ve devamı mumkun de?ildir. Cevrenin hayata uygunlu?unun derecesi ve cevrenin kendi ozellikleri, umranın ortaya cıkaca?ı bolgenin keyfiyeti uzerinde do?rudan etkili olur. Bu etki, kendini bir taraftan tabii cevrenin sa?ladı?ı imkanlar ve dolayısıyla sınırlar olarak ortaya cıkardı?ı gibi, di?er taraftan cevrenin insanın ikinci tabiatı olan karakterini tayin etmesinden dolayı da onemlidir. Bu sebeple aynı iklimde ya?ayanlar sadece fizik yonunden ve manen mu?terek bir zeminde bulunmazlar; bunun otesinde ortak karakter ozelliklerine de sahip olurlar. Umran ve umranın zorunlu on ?artı olan insan toplumu bir co?rafya ve bir iklim icinde ortaya cıkar ve bu iklimin ongordu?u ozellikleri ta?ır. Co?rafya umranın ahvalini kendisine konu edinen tarihin mukaddimesidir. Bunun icin ?bn Haldun, umran ilmini anlatmaya once icinde ya?anılan dunyayı herhangi bir de?er hukmu vermeden tasvir ederek ba?lar (
a.g.e.
, I, 340-386). Yedisi esas olmak uzere yetmi? co?rafi bolgenin tasvirinden sonra bu bolgelerin ozellikleriyle buralarda ortaya cıkan umranın ozellikleri arasında bir ilgi kurmaya calı?ır.
Hayatta itidal esas oldu?u icin insanların maddi ve manevi dunyaları in?a edilirken itidal bir tur standart olu?turur. Maddi dunyanın in?asında mutedil ?artlar, insanlara sa?ladı?ı imkanlar vasıtasıyla mutedil bir maddi medeniyetin olu?masını sa?lar. Yuce Allah’ın bu mutedil ?artlarda ya?ayan insanlar arasından secti?i peygamberler, mutedil bir manevi dunyanın in?asının hem ilkelerini hem de orneklerini insanlara gostermi?lerdir. Mutedil iklimde ya?ayan insanlar bulundukları bolgeleri maddi medeniyet ve toplumsal kurumlar acısından dunyanın di?er bolgelerine gore daha mamur hale getirmi?lerdir. ?bn Haldun’a gore peygamberlerin buyuk co?unlu?u ozellikle bu yorelerden secilmi?tir. Bu husus onların, insanların ahlaki kemale yonelik geli?imleri acısından en uygun ozelliklere sahip olmaları ve dolayısıyla esas itibariyle mutedilli?i ideal haline getiren dini kabule en yatkın insanların bu yorelerde ya?amı? olmalarıyla alakalıdır (
a.g.e.
, I, 387-388).
?nsanların fiziki ve ahlaki ozellikleriyle ya?adıkları bolgelerdeki iklim ?artları arasında do?rudan bir ilgi vardır. Cok sıcak ve cok so?uk bolgelerde do?up yeti?en insanların fizyolojik ozellikleri, mesela deri ve goz renkleri, mutedil iklimlerin hakim oldu?u yorelerdeki insanlarınkinden sırf bu faktorler sebebiyle farklılık arzeder. ?klimdeki tedrici farklıla?ma kendini deri renklerinde de gostermektedir (
a.g.e.
, I, 388-390). Sıcak yorelerde ya?ayan insanlarda gozlenen hafifme?replik, acelecilik ve zevke du?kunluk, mutedil yorelerde ya?ayan insanların davranı?larında ortaya cıkan hafiflik, so?uk iklimlerde ya?ayan insanlarda gozlenen dikkat ve tedbire yonelik vurgu, insanların karakter ozellikleriyle ya?adıkları iklim arasında bir ili?ki oldu?unu gostermektedir. ?bn Haldun’a gore bunun, Calinus’un (Galenos) dile getirdi?i ve onun gibi du?unen Kindi’nin de savundu?u, sıcak iklimde ya?ayan insanların akıllarındaki ve beyinlerindeki eksiklikten kaynaklandı?ı iddiası tamamen asılsızdır. Cunku sıcak iklimlerde ya?ayan insanlar mutedil iklimlerde ya?amaya ba?ladıklarında sıcak iklimin ozelliklerinin onlardan giderek silindi?i gorulmektedir (
a.g.e.
, I, 391-392).
?nsanın aldı?ı gıdalar da benzer bir ?ekilde onun fiziki yapısına ve karakterine tesir eder. Mutedil iklimde bulunan yorelerin onemli bir kısmı ziraata elveri?li arazilerden olu?maktadır. Buralarda yerle?ik hayat daha yaygındır. Hayatlarını ?ehir, kasaba ve koylerde yerle?ik olarak surduren insanların onemli bir kısmı bolluk ve refah icinde ya?adı?ı icin geni? beslenme imkanlarına sahiptir. Fakat ?ehirlerde bolluk icinde ya?ayan insanlar gereksiz hatta zararlı bircok gıda maddesini de tuketirler. Bunun sonucunda ?ehirlilerin vucutları bicimsiz ve cirkin olur. Zihni faaliyetlerinde korelme, zekalarında tembellik ortaya cıkar. Buna kar?ılık gıda ce?itleri az, hareket zorunlulukları cok olan gocebeler zor ?artlarda ya?amanın getirdi?i zeka keskinli?ine sahiptir. ?ehirde ya?ayan insanlar arasında riyazet yapanların vucut olculeri daha mutenasip oldu?u gibi zekaları da daha keskindir. ?ehirlerde ya?ayan rahata du?kun insanların tahammul gucleri zayıf oldu?u icin kıtlık zamanlarında ve di?er guc ?artlarda cok cabuk telef olabilmektedir. Buna kar?ılık zor ?artlarda ya?ayan gocebe insanlar me?akkate daha dayanıklı bir vucut ve karakter yapısına sahiptirler. Bunun sebebi insan vucudunun kendisini alı?kanlıklara gore ayarlayabilme kabiliyetidir. Ancak alı?kanlık belirli bir sureci gerektirir. Bircok insan riyazete ba?ladıktan bir muddet sonra ba?ka insanların dayanamayaca?ı, onlar icin tasavvuru bile zor ?artlarda hayatını surdurebilmektedir (
a.g.e.
, I, 396-397).
?bn Haldun, umranın fiziki-co?rafi ve insani on ?artları uzerinde durdu?u bahiste peygamberlik muessesesine ozel bir yer ayırmı?tır (
a.g.e.
, I, 398-410). Bu husus, onun peygamberleri ve peygamberli?i be?eri umran icin gerekli maddi on ?artlardan kabul etti?i anlamına gelir. Peygamber ve onun tebli?i umranın objektif on ?artlarından biridir. Peygamberli?in bir esası (vahiy), bu esası tebli? eden peygamberin vasıfları ve kendisine verilen bazı karakter ozellikleri (ismet), onu destekleyen bazı harikulade i?leri (mucize) vardır. Peygamberin toplum icinde ahlaki ozellikleri yanında makbul bir statusunun olması da tebli?in ba?arıya ula?ması acısından gerekmektedir.
Toplum. Bedevilik ve Hadarilik.
?bn Haldun, gozlemleri sonucunda tesbit etti?i toplumsal hayat ?ekilleri arasında ortak yanları dikkate alarak temel iki kategoriyi birbirinden ayırır (
Mu?addime
, II, 467). Bu ayırımı yaparken esas aldı?ı husus insanların gecimlerini sa?lama tarzlarıdır. Bu iki temel kategori gocebelik (bedavet) ve yerle?ikliktir (hadaret) (
a.g.e.
, II, 474). ?nsanların birlikte ya?aması zorunlu olmakla beraber hayatlarını surdurebilmeleri icin gerekli ihtiyaclarını sa?lama yolları bulundukları co?rafi-fiziki ?artlara gore farklılık arzetmektedir. Birlikte ya?amanın esas sebebi hayatı devam ettirmek icin yardımla?madır. ?nsanlar birbiriyle yardımla?ırken zaruri ihtiyaclarını temine oncelik verirler. Ancak ?artlar insan topluluklarının onune ce?itli alternatifler koyar. Bu alternatiflerin en ba?ta gelenleri yeme icme, barınma ve korunmadır. Bunlar cevrenin do?rudan verdi?i imkanlarla kar?ılanır. Bedevilik, esasen fiziki cevrenin verdi?i imkanlar uzerinde insanın herhangi bir i?lem yapmadan, onunla yetinmesine dayanan bir hayat tarzıdır. Fiziki cevrede insanın mudahalesi olmaksızın mevcut olan ?eyler ise daha cok bitki ve hayvanlarla onlardan elde edilen yiyecek, giyecek ve di?er e?yalardır. Gocebelik, insanın mahlukat uzerinde onu de?i?tiren bir tasarrufta bulunmadan ondan istifade etmesi, ya?aması icin zorunlu olan ihtiyaclarını sa?layarak hayatını surdurmesidir. Bundan dolayı gocebe vermeden almayı hayatının esas ilkesi haline getirmi?tir. Bunun neticesinde gocebe, fiziki-co?rafi ?artların onune koydu?u ile yetinmek ve bunu tukettikten sonra kendisine benzer imkanları sunan ba?ka bir yer aramak zorundadır. Bu anlamda gocebelik insanların birlikte ya?ama bicimlerinin ilk ve oncelikli ?eklidir (
a.g.e.
, II, 467-468). Gocebenin herhangi bir yerde uzun sure kalması mumkun de?ildir. Hayvancılıkla u?ra?an gocebeler sadece kendi ihtiyaclarını kar?ılamak icin calı?maz, hayvanların da ihtiyaclarını temin icin gayret sarfetmek zorunda kalırlar. Bu sebeple surekli yer de?i?tirmek zorundadırlar. Hayat tarzları elde ettiklerini muhafaza ederek biriktirmeye elveri?li olmadı?ından buldukları ile yetinirler. Bunun temelinde ise kontrol edemedikleri bir cevreye ba?ımlı olarak ya?amaları ve cevrenin kendilerine sundu?u imkanlarla sınırlı kalmaları yatmaktadır (
a.g.e.
, II, 468). Gocebeli?in en belirgin ozelli?i zor ?artlarda hayatı surdurme mucadelesi verilmesidir. Gocebelikle hayat mucadelesi cift yonlu olarak gercekle?ir: Yiyecek ve icecek temini, du?manlardan korunma. Her iki acıdan da insanların birbirlerinin deste?ine olan ihtiyacı hayati onem ta?ır. ?nsan tabiatı, sadece ya?ama ve ya?atma de?il ba?kalarına hakim olma iradesine de sahiptir. Kısaca bedevilik, zorunlu olarak bir toplumsal hayatı gerektirdi?i gibi toplumsal hayat da zorunlu bicimde bir dayanı?mayı (asabiyet) gerektirir. Dayanı?ma da hakimiyet iradesini ortaya koyar.
?bn Haldun “bedevi” ile “hadari” arasını tefrik etmek icin “zaruri”, “haci” ve “kemali” kavramlarını kullanır. Zaruri hayatta kalabilmek icin gereken yiyecek, giyecek ve meskenden ibarettir. Haci zaruret arzetmeyen, ancak mevcudiyeti insanı daha da rahat ettirecek, o an icin olmasa bile gelecekte ihtiyac hissedilebilecek ?eylerdir. Kemali ise gelecekteki ihtiyaclarını kar?ılama konusunda belli bir noktaya gelmi? olan insanların estetik ve ba?ka kaygılarla geli?tirdi?i hususlardır. Bedeviler zaruri olanla yetinmek zorundadır. Haci ve kemali ile sadece hadariler ilgilenebilir. Hadarilerin toplu olarak ya?amasının sebebi haci ve kemali olanı geli?tirerek muhafaza etmektir. ?bn Haldun bu kavramları muhtemelen Gazzali’den almı?tır. Bu konu, Gazzali’nin ozellikle
el-Musta?fa
’sının “mak?sıdu’?-?eria” ile ilgili kısmında incelenmi?tir.
?nsanlı?ın tarihi seyri icinde mevcut olan bedavet-hadaret-fesad cizgisini ?bn Haldun, tarihin ya?adı?ı umranın ahvali acısından en esaslı gerilim olarak kabul eder. Bu gerilim bir anlamda tabii ve dolayısıyla zorunludur. ?bn Haldun’a gore bedeviler hayat ?artları gere?i cesur ve hemen butun i?lerini kendileri goren insanlardır. Buna kar?ılık yerle?ik hayata alı?mı? olan ki?iler sadece bir konuda uzmanla?mı?lardır. Bunlar, guvenlik de dahil olmak uzere butun alanları ya ba?kalarına veya tabi oldukları bir efendiye bırakmı?lar, rahatlarına du?kun, dolayısıyla zor ?artlarda ya?ayamayacak duruma gelmi?lerdir. Bunun sebebi, insanın zaman icerisinde alı?arak benimsedi?i ve bir meleke haline gelen ozelliklerin do?u?tan getirdi?i ozelliklerin yerini almasıdır (
a.g.e.
, II, 478-479). ?nsan hayatında asıl olan zaruri ihtiyacların teminidir; bu da gocebelikle sa?lanır. Bundan dolayı gocebelik insanların hayat tarzları arasında oncu ve onceliklidir. Gocebelerin zamanla zaruri olanı teminde bir noktaya gelip haci olanı du?unmeye ba?lamaları, cevrelerini yava? yava? kontrol altına almaları, o cevrenin sa?ladı?ı imkanları kullanmaya ba?lamaları anlamına gelir ki bu da yerle?ik hayata gecmek demektir. Bu a?amada giyim icin elbise, ikamet icin ev, korunmak icin kaleler in?a edildi?i gibi bunlarla ilgili i? bolumu ortaya cıkmaya ba?lar. Burada temel soru, gocebelikten yerle?ik hayata geci? surecinin bir zorunluluk arzedip arzetmedi?idir. ?bn Haldun bu durumu zaruret de?il imkan kategorisi icinde gorur. Bunun anlamı, gocebelikle yerle?ik hayat arasında geci?li bir ili?kinin mevcut olmasıdır. Yani bazı gocebeler zaman icerisinde yerle?ik hayata gecerken yerle?ik hayatta bulunan bazı insan toplulukları da bir sure sonra yeniden gocebe haline gelebilirler. Her ne kadar birinci durum ikinciye gore daha yaygın ise de aralarında tek yonlu ve zorunlu bir ili?ki yoktur. Ancak bedevilerde ilk fırsatta yerle?ik hayata gecme konusunda bir e?ilim mevcuttur. Bedevilikle hadarilik arasındaki ili?ki birincinin ikincinin aslı, ikincinin ise birincinin amacı ve sonuclarından biri olmasıdır (
a.g.e.
, II, 473).
Hadari bir hayat ya?ayan insanların bu hayat tarzının getirdi?i duzene uyma zorunlulu?u ve toplumsal i? bolumu neticesinde ortaya cıkan rahat ya?ama tarzı insanların karakterlerinde oldukca onemli farklılıklar meydana getirir. Bunu ozellikle zalim yoneticilerin guc kullanarak insanları belli bir davranı? bicimine zorlaması soz konusu oldu?unda daha acık bir ?ekilde gormek mumkundur. Cunku zorbalı?a dayalı yonetimler insanların te?ebbus gucunu yok eder. Bu ?artlarda ya?ayan insanlar gudulen, kendili?inden herhangi bir te?ebbuste bulunmayan, korkak ki?iler haline gelir. Bu durum sadece bir nesilde ortaya cıkmaz; zaman icerisinde insanlar kendi guvenliklerini ba?kalarına tevdi etmenin sonucu olarak kendilerine guvenlerini de yitirir, korunmaya muhtac kadın ve cocuklar haline gelirler (
a.g.e.
, II, 478).
?bn Haldun’a gore insan tabiatı iyilik ve kotulu?e meyyaldir. Ancak insan dine tabi olmaz veya kotulu?e sevkeden alı?kanlıklardan kacınmaya dikkat etmezse kotulu?e kaymaya daha elveri?lidir. Bir insanın ba?ka bir insana du?manlıkta bulunması ve ona zulmetmesi onun karakterinin bir parcasıdır. Bu sebeple butun insan toplulukları birbirlerine du?manlık ve zulum etmelerini engelleyecek tedbirler almı?lardır. Sonucta hadari bir hayata gecmi? olan yerlerde hukumdarlar koydukları kurallarla insanların birbirlerine zulmetmelerine engel olurlar. Yoneticilerin zaman zaman yaptıkları zulumler, butun toplum fertlerinin birbirlerine kar?ı yapmaları mumkun olan zulumler dikkate alındı?ında istisnai bir durum arzeder (
a.g.e.
, II, 482).
Bedeviler arasındaki du?manlı?ı ya?ları ve tecrubeleriyle saygı goren ve sozu dinlenen insanlar engelleyebilir. Dı? tehlikeleri ise sava?abilecek durumda olanlar savu?turur. Bedevileri birlikte ya?adıkları insanları savunma konusunda zorlayan bir emir bulunmadı?ı icin bu i?i yapmalarının daha farklı bir sebebi vardır. Bu da insanın kendi akrabalarına kar?ı duydu?u yakınlık ve ba?lılıktır. Bu ba?lılık Allah tarafından insanın tabiatına nak?edilmi?tir. Gocebe olarak ya?ayan insanlar arasında tabii bir aidiyet ve ba?lılık mevcuttur. Bu sayede guclu olanlar kendi hayatlarını tehlikeye atarak yakınlarını korumayı goze alabilirler. Gocebeler arasında mevcut olan dayanı?ma ruhu (asabiyet) onları barı? zamanında du?manların saldırı azmini kırarak, sava? zamanında ise du?mana kar?ı ortak savunma yaparak zulumden korur. Bundan dolayı asabiyet ve nesep ba?ı olmayan insanlar gocebe halinde ya?ayamazlar. Cunku onları zorluklar kar?ısında direnmeye itecek herhangi tabii bir guc mevcut de?ildir (
a.g.e.
, II, 483).
?bn Haldun’a gore insan akrabalarına manevi bir yakınlık duyar. Bu yakınlık hissi zor durumda kaldıklarında onları kurtarma arzusu ve gayreti olarak kendini gosterir. Nesep ili?kisi, insanların akrabalarına tabii bir ?ekilde duydu?u yakınlıktan ve tabii bir e?ilimden ibarettir. ?bn Haldun’un nesebi, insanda mevcut olan bu tabii e?ilime dayanarak insanlar tarafından te?kil edilmi? bir ili?ki bicimi olarak gordu?unu soylemek mumkundur. Bundan dolayı yakın akrabalar arasında ili?ki kesilir ve birbirlerinden uzakla?ırlarsa o zaman nesep sadece bir bilgiden ibaret kalır. Bu durumda nesebin, insanlar arasında yakınla?ma ve dayanı?ma sa?ladı?ı oranda varlık kazanan vehmi bir ?ey oldu?u farkedilir (
a.g.e.
, II, 484-485). Yani nesep tabii bir ?ey olmakla birlikte vehmidir. Bu da onun itibari olması anlamına gelmektedir. ?tibari ve vehmi bir varlı?ı olan nesep esasen kan ba?ını ifade etmek icin kullanılmaktaysa da onun otesinde bir alakayı ifade etmektedir. Nesebin esasını aynı anne ve babadan veya akrabalardan gelen insanların normal ?artlar altında di?er insanlara gore daha cok bir arada ya?amak zorunda kalmaları ve aralarında di?erlerine gore daha yo?un bir manevi ba?ın ortaya cıkması te?kil eder (
a.g.e.
, II, 568).
?bn Haldun, bedevi topluluklarda butun zorunlu ihtiyacların temin edildi?ini gosterdikten sonra bunun aynı zamanda bir tur siyasi hayat ?ekli oldu?u uzerinde durur. Bedevileri tarihte bir faktor haline getiren ?ey, varlıklarını muhafaza etmeleri icin zorunlu olarak aralarında ortaya cıkan asabiyet ve asabiyetle ortaya cıkan gucun ba?kalarına tahakkum etmeye yonelmesidir. Bu yonelme esnasında toplum henuz bedevidir; ancak “mulk”e do?ru attı?ı her adım onu bedevilikten uzakla?tırır.
Devlet ve Mulk.
Toplumsal varlık alanında bazı karakter ve ahlak ozellikleri kazanan insan, zorunlu olarak di?er insanlarla beraber ya?arken yakın akrabalık ili?kilerinin getirdi?i bir ba?lılık duygusu ile yakın akrabalarını uzak akrabalarından, onları da aralarında akrabalık ba?ı olmayan di?er insanlardan ayırır. Bunun neticesinde toplumda birbirleriyle ozel dayanı?ma icinde bulunan gruplar ve guc odakları ortaya cıkar. Bunlar arasında gucu en fazla olan, toplumsal gerceklik ve varlık alanında gidi?i tayin edecek ba?kanlı?ı elde eder (
Mu?addime
, II, 489). ?bn Haldun, kendilerini sosyal bir mekan ve nesep acısından ortak kabul eden insanların bir toplum olu?turduklarını soyler. Bu topluma ait olan insanların kendilerini di?erlerinden ayırmasını ve bu sayede di?erlerine kar?ı savunma ve gecim konusunda i? birli?ine yonelmesini “asabiyet” olarak tanımlar. ?nsanların nesep gibi itibari ili?kilere dayanıp olu?turdukları asabiyet onların bir toplum olarak varlıklarını surdurmelerinin on ?artıdır. Bir toplumda iki tur dayanı?ma mevcuttur. Bunlardan birincisi insanların yakın akrabaları ile olan dayanı?malarıdır ki asıl asabiyet budur. ?kincisi, daha cok aynı mekanda ya?ayan insanların uzun suren bir birlikte ya?ama sureci icinde ortaya cıkan ve ilkine gore daha gev?ek olan bir dayanı?ma tavrıdır. Bu da bir “ust asabiyet”tir. Toplum icerisinde asabiyet sahibi gruplar arasında bir hakimiyet mucadelesi ba?lar ve sonunda en guclu olan di?erlerine hakim olur (
a.g.e.
, II, 728). Bu durum, toplumsal hayatın zorunlu olarak bir otoriteyi gerektirdi?i olgusu ile de ortu?ur. Cunku toplum icerisinde duzen sa?lanmadı?ı, insanların hak ve gorevlerinin tesbit edilmedi?i ve bunlara uyulmasını gozeten bir merci bulunmadı?ı takdirde toplumsal hayat devam edemez. Boylece guc, kendisine me?ru bir gecerlilik alanı buldu?u gibi toplum da bu sayede varlı?ını surdurur. Ancak toplumsal duzenin gozetilmesi her toplumda ve her yerde aynı ?ekilde gercekle?mez. Bazı toplumlarda asabiyet mensupları arasında bulunanların en iyilerinden biri otoriteyi ?ahsında temsil eder (
a.g.e.
, II, 499, 573-574).
Bir kabile icinde iktidarı eline gecirerek ic i?lerini duzene sokan asabiyet sahip oldu?u guc gere?i bununla yetinmez, daha uzak kabile ve toplulukları da hakimiyeti altına almak icin u?ra?ır. Boylece guclenen asabiyet daha fazla guc ve hakimiyet talep eder. Bunun neticesinde “devlet” ve “mulk” denilen toplumsal bir varlık ?ekli ortaya cıkar (
a.g.e.
, II, 539-540). Devlet olma yoluna girmi? bir asabiyet, kar?ısında kendisini savunacak gucu olmayan bir devletle kar?ıla?ırsa onun yerine gecer; onun hakim oldu?u bolgelere sahip olur. E?er kar?ısındaki devlet yeterince gucluyse veya asabiyet ortaya cıkarabilece?i gucun tabii sınırlarına ula?mı?sa daha otesine te?ebbus edemez. Bu durumda ya bulundu?u devlet icinde devleti ta?ıyan asıl asabiyetin gerisinde ve ona itaat etmi? bir guc halinde kalır yahut ba?ımsız olmakla birlikte sınırlı-guclu bir birim olarak varlı?ını surdurur. Tarihi-toplumsal varlık alanı aynı zamanda bir guc olu?turma ve guc talebi alanıdır. Toplum olarak ya?amak guce dayanır, guc de hakimiyeti birlikte getirir. Hakimiyet gucu arttırır, artan guc daha fazla hakimiyet talep eder; bu durum ?artlar ve zamanın imkan verdi?i olcude surer. Ancak sahip olunan guc zaman icerisinde yok olmak zorundadır. Her ?ey bir sona, her son yeni bir ba?langıca do?ru gider (
a.g.e.
, II, 500). Aynı ?ekilde bir kabilenin ba?ka bir guce itaat etmesi ve di?erlerine gore daha a?a?ı bir konumda olması da kabilede asabiyetin yeterince guclu olmadı?ının i?aretidir. Bu durum o kabilenin mulke ula?masının onundeki onemli engellerden biridir. Cunku kendini savunacak durumda olmayanların daha otesini talep etmesi mumkun de?ildir. Mulke ula?amayan asabiyet ise zaman icerisinde yok olur.
?bn Haldun’a gore mulk zorunlu olarak asabiyetle elde edilir. Asabiyet mulkun gerekli ?artı olmakla birlikte yeterli ?artı de?ildir. Mulku sa?lamak ve muhafaza etmek icin ahlaki faziletlere de sahip olmak gerekmektedir. Mulke yonelmi? olan asabiyetin fiziki anlamda guclu ve ustun olması yanında; ahlaki meziyetlere de sahip oldu?unu gostermesi ve insanların onu aynı zamanda ahlaki acıdan ustun gormesi icap eder. Bu noktadan bakıldı?ında ?bn Haldun’un iktidarda zorunlu olarak iki unsur aradı?ı soylenebilir. Bunlardan birincisi asabiyet, di?eri ahlaki unsur yani “hılal”dir. Bu iki unsur olmadan iktidarın kalıcılı?ını ve nisbeten surekli oldu?unu gosteren mulk ve onun bir sonraki ve daha kamil bir a?aması olan devlet ortaya cıkmaz. Bu durumda, iktidarın sureklili?ini sa?layan ahlaki unsurun asabiyeti temsil eden hukumdarda gercekle?mesi, yani onun ahlaki meziyetlere sahip olması yeterli de?ildir. Cunku hukumdar yonetimi temsil etmekle birlikte yonetim ondan ibaret de?ildir. Yonetim asıl olarak asabiyetin elindedir. Asıl tayin edici faktor asabiyet mensuplarının ahlaki durumlarıdır. E?er onlarda gerekli faziletler mevcut de?ilse yonetim bir zulum mekanizması haline donu?erek sadece guce ve zorbalı?a dayalı bir hal alır ve ahlaki me?ruiyetini yitirir. Boyle bir yonetim varlı?ını uzun sure devam ettiremez.
Bu du?uncesini insan tabiatıyla ilgili olarak da temellendiren ?bn Haldun’a gore insan, tabiatının hayvani kısmıyla daha cok ba?kalarına kar?ı varlı?ını surdurme cabası icinde iken insani tarafıyla ba?kalarıyla birlikte ya?ama gayreti icindedir. ?nsandaki bu birlikte ya?ama onun “natık” ve “akıl” olmasıyla do?rudan alakalıdır. Hayvani tarafıyla insan ?erre, akıl ve natık yanıyla hayra daha yakındır. ?nsanın hayra yakın olması mulk ve siyaset denilen toplumsal formlara esas te?kil ederek onların ortaya cıkmasını sa?lar. Buradan ?bn Haldun’un mulk ve siyasete insanlara ait bir tur “ust ve ustun varlık alanı” olarak baktı?ı anla?ılmaktadır. Zira insanda hayra meyil bulunmasaydı mulk ve siyaset olu?amazdı. Bu durumda hem asabiyetin hem de ahlakın gayesi mulktur denilebilir. Bu da bir anlamda, ahlaki ve toplumsal olanın birle?erek tarihi-toplumsal varlık alanını tamamladı?ı manasına gelmektedir. Mulk ve devlet tarihi-toplumsal varlık alanının onemli formlarından biridir. Varlık ise esasen musbet bir ?ey oldu?u icin menfi olan ?erre istinat edemez; musbet olan hayra dayanmak zorundadır. ?er sadece bir kısım insan icin menfaat, di?er insanlar icin zarar ve acı anlamına geldi?inden insanların buyuk bir kısmının kendi aleyhlerine olan ?erre destek olması cok uzak bir ihtimaldir. Boylece hem tarihi-toplumsal varlık alanı, hem de onun gercekle?me formlarından olan mulk ve siyasetin ?erre dayanarak ortaya cıkması mumkun olmadı?ı gibi ?erre donu?tukten sonra varlı?ını surdurmesi de mumkun de?ildir. Siyaset zorunlu olarak hayrın bir neticesidir; aksi takdirde varlı?ını muhafaza edemez. Bundan dolayı ?bn Haldun siyaset ve mulku halka kefalet, kullar arasında Allah’ın hukumlerini icra etmek icin halifelik olarak gorur (
a.g.e.
, II, 505).
?bn Haldun’un ahlaka yaptı?ı vurgu mulkun de itibari bir varlık ?ekli oldu?unu ortaya koymaktadır. Bu husus, onun tarihi-toplumsal varlık alanı ile mulk ve siyaset arasında bir alaka kurdu?unu gostermekte, toplum ve siyaset goru?unun esasını te?kil etmektedir. Mulk ve siyaset itibari bir varlık alanı oldu?una gore varlı?ını itibara borcludur. Burada “itibar” kelimesini iki anlamda du?unmek gerekir. Bunlardan birincisi kendinde bir varlı?ı olmadı?ı, dolayısıyla bir kurgudan ibaret oldu?udur. ?kincisi, mulk ve siyasetin, hatta asabiyetin insanların yukledikleri ve kendi yuklendikleri i?levlere daha sonra uymaları anlamına gelir. ?bn Haldun insanların dunya hayatları ve maslahatlarını “hayır” kavramıyla ifade eder. Hayır burada “insanların maslahatlarını dikkate alan veya koruyan” anlamına gelmektedir. Bu anlamda ?eriat, en yuksek hayrın kendisiyle gercekle?ti?i ilke ve kurallar butunudur. Ortaya cıkıp guclenmekte olan asabiyet bir taraftan ahlaki faziletlere sahip olmak zorunda oldu?u gibi, di?er taraftan kendisini bir guc ve bir otorite olarak kabul ettirmek ve daha fazla guc kazanabilmek icin bu ahlaki ozelliklerini sonradan bu asabiyete intisap edenlere ispat etmek zorundadır (
a.g.e.
, II, 505). Yani mulke do?ru giden bir toplumun aynı zamanda ahlaki acıdan guclu bir durumda olması zorunludur. ?ktidar kesinlikle ?ahısların de?il toplumların, en azından iktidarı ta?ıyacak kadar bir grubun ustlenip yurutebilece?i bir sorumluluk ve ehliyeti gerektirmektedir. ?bn Haldun, bunun boyle olmasını ilahi iradeye ba?layarak bir anlamda kevn ve fesad aleminde mevcut olan “sunnetullah”a benzer ikinci bir sunnetullahın varlı?ını tesbit eder.
Galiplerle ma?luplar arasında her zaman zorunlu olarak bir du?manlık ili?kisi olmadı?ına i?aret eden ?bn Haldun genellikle ma?lupların galipleri taklit edilebilecek alanlarda taklide meylettikleri goru?undedir. Zira ma?luplar galiplerde bir kemal oldu?una ve bu kemal sayesinde onların kendilerine ustunluk sa?ladı?ına inanırlar. Bu inancın sebebi, ya galip geleni ustun gormek veya onun ustunlu?unun gucten de?il bir ba?ka ?eyden kaynaklandı?ını varsaymaktır. Galibiyetin esasını asabiyet ve ona dayalı guc yerine galiplerin hayat tarzının te?kil etti?i zannı da taklide yol acan sebeplerdendir. Galip gelene zorunlu olarak bazı konularda itaat edilir. Galibin kemal sahibi oldu?u inancı ma?lupları ona tazime yoneltir. Bu tazim hissi, ma?luplarda galiplerin ustunlu?u konusunda bir inanca donu?tukten sonra galiplerin butun hallerine isteyerek ve severek uymaya ba?larlar. Bunun belirli bir sınırı yoktur. ?bn Haldun, galiplerle ma?luplar arasındaki ili?kiyi baba ile o?ul arasındaki ili?kiye benzetir. O?ulun babaya uyması, onun babasında oldu?una inandı?ı kemale dayandı?ı gibi ma?lup da galibi benzer bir ?ekilde gorur. Bu husus, hukumdar ile onun etrafında bulunan memurlar arasında da gozlenmektedir. Aynı ?ekilde, “Halk hukumdarının dini uzeredir” sozu de halkın hukumdarına benzemeye calı?tı?ını anlatır. Bu da hukumdarın kemal sahibi oldu?una dair inanca dayanır. ?bn Haldun, kendi doneminde Franklar’ın hakimiyeti altına girmi? olan Endulus muslumanlarının Franklar’a benzemeye calı?masını bu goru?unu teyit eden bir ornek olarak zikreder.
?bn Haldun, devlet fenomeninin ortaya cıkma sureciyle boyle bir fenomenin ortaya cıkması neticesinde olu?an yeni durumları birbirinden ayırır. Devlet fenomeninin ilk defa ortaya cıkması icin bazı on ?artların gercekle?mesi gerekir. Bunların ortaya cıkmasında fertlerin herhangi bir rolu bulunmamaktadır. Toplumsal hayat kendi tabiatının gere?i mulk ve devlet denilen a?amaya ula?ır. Devlet, belli bir sure sonra ortadan kalkarken genellikle varlık alanı yok olmaz; onun yerine ba?ka bir devlet veya devletler gecer. Bir devletin ortaya cıkmasıyla mevcut devletten ba?ka bir devletin ortaya cıkması, ana hatlarıyla birbirine benzemekle birlikte birbirinden farklı yanları da vardır.
?bn Haldun’a gore devletin gucu ve sınırı onu kuran asabiyetin gucu ile orantılıdır. Asabiyet gucu tabii bir kuvvettir. Her devletin dayandı?ı asabiyetin ula?abilece?i tabii bir sınırı vardır ve devlet bu sınırı a?amaz. Aynı ?ekilde devleti ta?ıyan asabiyetin gucu onun dunyayı imar eden eserlerinin buyuklu?unu de tayin eder. Devlet, hakimiyeti altına aldı?ı bolgelerin hepsini aynı derecede guclu olarak savunamaz; merkezden uzakla?ıldıkca savunma gucu azalır. Bu azalma bir noktaya ula?tı?ında etraftaki di?er gucleri hakimiyeti altına alamayacak duruma gelir. Devletin tabii sınırı, hakimiyeti altında bulundurdu?u ve savunabilece?i son noktalardır. Bu sınır devletin gucundeki de?i?meye ba?lı olarak geni?ler veya daralır (
a.g.e.
, II, 532-534). ?bn Haldun, ?slamiyet’in ilk doneminde ba?layan ve hızla yayılan futuhatın belirli bir donemden sonra duraklayarak daha ileriye gidemeyi?ini muslumanların asabiyetlerinin ve asabiyet gucunun tabii sınırlarına ula?ması ile acıklar. Tabii sınırların asabiyetin gucuyle oldu?u kadar asabiyete mensup olanların sayısıyla da ilgisi vardır (
a.g.e.
, II, 534-536).
Her turlu varlık gibi mulk de kendi tabiatında olanı gercekle?tirir. Mulkun tabiatı arasında ?bn Haldun’un ozellikle zikretti?i hususlardan biri iktidarın ortak kabul etmedi?idir. Devlet kuran asabiyet, zamanla bir tur ust asabiyet olu?turarak kendi gucune di?erlerinin gucunu de ekler ve daha geni? bir alanda tesirli ve istikrarlı bir mulk ortaya cıkarır (
a.g.e.
, II, 539). Ancak istikrar kendisiyle birlikte ba?ka sonucları da getirir. Mesela reis konumunda olan ki?i, istikrarla beraber yava? yava? iktidarı ?ahsile?tirerek asıl guc sahibi olan asabiyet mensuplarını zamanla yetki ve gucten uzakla?tırır; boylece iktidara gelmesini sa?layan ve dolayısıyla iktidarda hak sahibi olan unsurların yerine asabiyete mensup olmayan, sadece kendine sadık insanları getirir (
a.g.e.
, II, 542). Bunun asıl sebebi insandaki ilahla?ma e?ilimidir. Bu e?ilim tarihi-toplumsal varlık alanının duzeni ve istikrarı acısından da zorunludur. ?ktidarın tek elde toplanmasının genellikle ikinci ve ucuncu nesilde gercekle?ti?ini mu?ahede etmek mumkundur (
a.g.e.
, II, 540). Mulkun tabiatı gere?i mulkle birlikte ortaya cıkan ikinci bir ozellik de refahtır. Refaha ba?lı olarak mulk sahipleri arasında butun alanlarda bir zevk inceli?ine yonelme gorulur. Artık sadece sıradan ihtiyaclarla u?ra?ılmaz; bunun cok daha otesinde luks ve zevk mulk sahiplerinin ilgi alanı icine girer. Bu noktada gidilebilecek sınırlar, sahip olunan mulkun imkanları ile servet ve kulturle do?rudan alakalıdır. Mulkun tabiatı arasında rahatlık ve sukun arayı?ı da vardır. Asabiyetin amacı iktidardır. ?ktidarda olan bir asabiyet tabii sınırlarına ula?mı?sa onun artık talep edece?i, ula?mak icin gayret sarfedece?i bir de?er kalmaz. Bu durumda yapılacak tek ?ey, o zamana kadar sarfedilen gayretle elde edilen mulkun semeresini gorerek rahat ve sukun icinde ya?amaktır. ?ktidar sahipleri de iktidarları istikrar kazandıktan sonra rahata yonelirler. Artık guzel ya?ama ve gununu gun etme onlarda bir amac haline gelir (
a.g.e.
, II, 541, 548).
?bn Haldun’a gore mulk, tabiatının gerektirdi?i ?eyleri gercekle?tirdi?i zaman olgunluk ca?ına ula?mı? ve yava? yava? ya?lanmaya ba?lamı? demektir. Cunku imkanlar gercekle?tikten sonra unsurlar varlık sebeplerini yitirir. Varlık sebebini yitiren herhangi bir ?ey de varlı?ını yitirir. Asabiyet devlete, devlet de istikrara kavu?tu?u zaman varlık sebebini gercekle?tirmi? olur. Varlı?ın sa?ladı?ı nimetlerden istifade etmek var olu?un amacı haline gelince varlı?ı sa?layan sebepler asli gayelerini, dolayısıyla anlamlarını yitirirler. Bu durum sonun ba?langıcı demektir.
Luks ve rahat devletin ilk a?amasında gercekle?meye ba?larken gucu arttırıcı bir olgu olarak musbet tesirler ortaya cıkarır. Refah sayesinde nufus ve asabiyette bir artı? goruldu?u gibi mevalide ve sanatlarda da bir artı? olur. Ancak musbet olan bu geli?me zaman icerisinde masrafların da artmasını birlikte getirir. ?nsanlar rahat bir hayat icin yuksek masraflar yapmaya alı?tıktan sonra bunlardan kesinlikle taviz vermeye yana?mazlar ve giderek daha fazlasını talep ederler. Fakat imkanlar sınırlı, masraflar ve luks sınırsızdır. Bu durumda rahata ve masraflara yonelme devlet acısından cok onemli ve vahim neticelerini gostermeye ba?lar. Ba?langıcta devlet ve umran icin bir kuvvet kayna?ı olan luks ve refah onu kemiren ve sonunu hazırlayan bir surec haline gelir. Bu husus, devleti ve mulku kurup ta?ıyan asabiyet aleyhinde bir geli?meye donu?unce artık devletin yerini di?er bir asabiyetin te?kil edece?i ba?ka bir mulke bırakma surecine girmesi ba?lar. Bu durum er veya gec tahakkuk ederek devlet yeni sahibinin eline gecer ve aynı surec yeniden ya?anmaya ba?lanır.
?bn Haldun’un tavırlar (a?amalar) nazariyesi, onun tarihi-toplumsal varlık alanını nasıl kavradı?ının onemli bir misalini te?kil etmektedir (
a.g.e.
, II, 553-556). Bu tavırlar, ?ahısların veya grupların planlayarak gercekle?tirdikleri veya planlayarak de?i?tirebilecekleri bir ?ey de?ildir; tarihi-toplumsal varlık alanının mahiyeti gere?i ortaya cıkar ve yok olur. Bundan dolayı tavırların farkında olmakla olmamak arasında onemli bir fark yoktur. Bazı ?eylerin bilinmesi, belki bazı adımların daha gec veya daha erken atılmasına yardımcı olur, ancak surecin tabi oldu?u kuralları de?i?tiremez. Cunku tarihi-toplumsal varlık alanının tabi oldu?u kurallar bu varlık alanının mahiyeti ve tabiatının zorunlu neticesidir.
Buna gore bir devletin kurulu? devri onun ilk a?amasını ifade eder. Devlet bu a?amada asabiyetin mu?terek gayretiyle ortaya cıkar. Devlet varlı?ın tacıdır, guc ile iyi ahlakın bir araya gelmesidir. Guc ile iyi ahlakın bir araya gelmesi insanın “halife” olması ile alakalıdır. Devlet guce, guc de asabiyete ba?lı oldu?u icin devleti kuran iradenin bir asabiyete dayanması zorunludur. Bu varlık alanının ortaya cıkması ile aynı zamanda mulk de gercekle?ir. Mulk ise netice itibariyle sahip olmayı ifade eder. Mulk bir yonuyle maddi, di?er yonuyle de manevidir. Maddi kısmı do?rudan guce, manevi kısmı ahlaka tekabul eder. Sadece guc ile ahlakın birle?mesi yeni bir varlık alanını in?a edebilir. Bundan dolayı ilk a?amasında mulkun sahipleri di?er insanlara gore imtiyazlı bir konumdadır. Devletin kurulu? doneminde asabiyet sahiplerinde bulunan ahlak ve yoneli?ler toplumda hakim olacak olan ahlak ve yoneli?lere ornek te?kil eder.
?kinci a?amada asabiyetin elinde olan gucun ?ahsile?mesi sureci ba?lar. Bu surec, iktidarın tek bir ki?inin veya ailesinin elinde toplanmasıyla sonuclanır. Bu iktidarın tabiatı gere?idir. ?ktidar, mahiyeti itibariyle mu?terek bir hususiyet arzetmeyi uzun sure devam ettiremez. Cunku iktidar ortaklık kabul etmez. ?ktidarın ?ahsile?mesi sureci butun yetkilerin tek elde toplanması anlamına gelir. Boylece devleti kuran iradenin ve gucun devletin selameti acısından gucsuz kılınması sureci ba?lar. Ancak guc olmadan iktidar devam edemeyece?i icin daha farklı bir guc asabiyetin sahip oldu?u mevkiye yerle?ir. Bu yeni guc, hem gucunu aldı?ı kaynak hem de ozellikleri acısından devleti kuran gucten farklıdır. Bu ikinci a?amanın sonunda, iktidarı iceriden tehdit etme ihtimali yuksek olan bir tur istikrarsızlık faktorleri tesirsiz hale getirilerek devletin istikrarı sa?lanmı? olur (
a.g.e.
, II, 567-570).
Ucuncu a?ama, sa?lanan siyasi istikrarla birlikte elde edilen imkanlardan faydalanma donemidir. Bu a?amada artık istikrarı tehdit eden unsurlardan arınmı? olan iktidar, hem dı? hem ic tehditlere kar?ı kendini savunacak olan askerlere ve ulkenin imarına ozel itina gosterir. Yonetimde gorev alanlar buyuk ba?ı? ve hediyelerle mukafatlandırılır. Siyasi alanda sa?lanmı? olan istikrar, iktisadi alanda da ulkenin zengin hale gelmesiyle kendini gosterir. Siyasi istikrarın esasını ise kainatta tek hakim oldu?u gibi devlette de iktidarın tek elde toplanması te?kil eder. ?bn Haldun bu hususu varlı?ın kemale ermesi olarak gorur. Ancak varlı?ın kemale ermesi aynı zamanda coku?e ve yok olu?a yonelmesi demektir.
Dorduncu a?ama, istikrarın sadece ula?ılması gereken bir durum de?il olması gereken ve yegane do?ru olan durum olarak anla?ılmasıyla alakalıdır. ?stikrar alı?ılan durum haline geldikten sonra ortaya cıkan yeni adetler olması gereken adetler olarak kabul edilir ve bunları ortaya cıkaran sebepler unutulur. Bunların anlamı ve i?levinden daha cok kendileri onemli kabul edilir. Bu bir taklit doneminin ba?laması demektir. ?ktidarı elinde tutan ve iktidara hizmetleriyle katkıda bulunanlar icin iktidarın amacı sadece mevcudu muhafaza etmekten ibarettir. Bu a?amada devlet hem ic i?lerinde hem dı? ili?kilerinde muhafazakardır. Devleti mumkun mertebe catı?madan uzak, barı? icerisinde surdurmek yegane gayedir.
Be?inci ve son a?ama, iktidarı elinde bulunduranın onu keyfi bir ?ekilde kullanması a?amasıdır. Bu a?amada artık iktidar, kendini mumkun kılan dayanaklardan tamamen habersiz, kendisinin vazgecilemez ve zorunlu oldu?u yanılgısı icerisinde, kendi kısa vadeli cıkarlarını du?unerek mevcut durumdan azami olcude istifade etmeyi bir ahlaki ilke haline getirir. Bu durum devletin ihtiyarlık a?amasına geldi?ini gosterir. Bu a?amada artık ne iktidarı ayakta tutan bir guc ne de bunun gerekli oldu?unun farkında olan bir yonetici mevcuttur. ?ktidarı sa?layan guc (asabiyet) tesirsiz hale gelmi?tir, dolayısıyla yok olmu?tur. Herkes mumkun mertebe gununu gun edip mevcuttan azami olcude istifadeyi amac haline getirmi?tir. Mevcut ise sınırlı oldu?u icin devlet ya iceride guclu bir asabiyet sahibi bir grup tarafından yıkılıp yeniden in?a edilir veya dı?arıdan gelen guclu bir devlet tarafından yıkılarak tarihi bir faktor olmaktan cıkar. Butun bunlar zorunlu olarak gercekle?en sureclerdir. Bu sureclerin gercekle?mesini hic kimse engelleyemez. ?bn Haldun’un devlet ve mulk goru?u, tarihi-toplumsal varlık alanında temel tayin edici olan gucun olu? ve yok olu? surecini ortaya koyar. Bu surec sadece Allah’ın baki oldu?u kuralının bir tezahurudur.
Siyaset.
Ustunluk ve guce dayanan ve zorunlu olarak gercekle?en mulk, tabiatı gere?i zamanla var olu? amacının aksine faaliyetlerde bulunur. Bu durumda asabiyet sınırlı bir kesime menfaat sa?larken bunların dı?ında kalanların kar?ısına bir zulum carkı olarak ortaya cıkar. Bu ise devletin var olu? amacına aykırıdır. Var olu? amacıyla celi?en bir ?eyin varlı?ını surdurmesi mumkun olmadı?ı icin her devletin kendine ait yonetim ilkelerine sahip olması, buna gore kanunlar cıkarılması ve bu kanunların uygulanması gere?i ortaya cıkmı?tır. Bu kanunlar buyuk du?unurler, devlet adamları ve onların fikir babaları tarafından uyulması gereken kurallar olarak ifade edilmi?se buna “akli siyaset” denir. Akli siyaset takip eden devlette insanların buyuk bir kısmının menfaati gozetilir. Ancak bunlar tamamen dunyevi menfaatler olup insanlı?ın yaratılı? amacına uygun de?ildir (
Mu?addime
, II, 774). Bunların yanında bir ba?ka siyaset daha vardır ki bu siyaset Allah’ın tayin etti?i bir “?ari‘” tarafından konulan kurallara dayanır. ?bn Haldun bu siyasete “?er‘i” veya “dini siyaset” adını verir.
Sadece ?er‘i siyaset insanlı?ın var olu? amaclarına uygun kuralları ihtiva eder. ?nsanların yaratılı? amacı bu dunyada herhangi bir ?ekilde ya?amak veya hayatta kalmak de?il ahirette saadeti sa?layacak olan dine uygun ya?amaktır. Dunya hayatının butununu duzenleyen ?eriatların gelmesi, insanları en iyi bilen Allah’ın razı oldu?u olculerin icra edilmesi icindir. Bu husus, ?bn Haldun’un mulku varlı?ın tacı olarak gormesi veya insanın halifeli?iyle ilgili goru?uyle birlikte du?unuldu?unde onun dini siyaseti varlı?ın kemali icin en do?ru yol olarak gordu?unu soylemek mumkundur (
a.g.e.
, II, 577). ?nsana du?en gorev, uymak zorunda oldu?u bu zorunluluk cercevesini farkederek dunya ve ahirette saadeti aramaktır. Bu saadete ula?manın yolu ise dine uymaktır. Dine uymak ve kul olarak ya?amaya calı?mak insanın asıl gorevidir. Bu noktada insanların dunya ve ahiretteki maslahatlarını en iyi bilen Allah’ın bunları dikkate alarak gonderdi?i dinin siyasetin esasını te?kil etmesi, hem insanın bu dunyadaki var olu? maksadına hem de burada bulunu? amacına uygun oldu?undan dolayı zorunludur. Bu duruma ?bn Haldun “hilafet” adını verir ve hilafeti, insanların dunyadaki bulunu? amaclarını tahakkuk ettiren yegane yonetim ?ekli olarak tanımlar. Hilafet ?bn Haldun’un ifadesiyle, “dini korumak ve dunyada onunla siyaset yapma hususunda ?eriat sahibine vekalet etmek” anlamına gelmektedir (
a.g.e.
, II, 576-578).
?bn Haldun’a gore tarihi-toplumsal varlık alanında bir peygamber vasıtasıyla tebli? edilen din, umran ilmi acısından fiziki-co?rafi ve toplumsal faktorlere denk bir faktordur. Din esas itibariyle bir “in?a” ve olup bitene bir mudahaledir, bu sebeple de tabii de?ildir. Bundan dolayı ?er‘i haberlerde vakıaya mutabakat aranmaz (
a.g.e.
, I, 331). Dini bir haberin kendisi “in?ai” oldu?u icin inanıldı?ı vakit bir vakıaya esas te?kil eder ve tesiri acısından di?er zorunlu ilkeler gibi gidi?i de?i?tirir. Bu hususla ilgili olarak ?bn Haldun’un verdi?i en onemli misallerden biri her dinin kendi ba?ına ve kendisine gore ilimler ortaya koymasıdır. Akli ilimler insanlık icin mu?terek olmakla birlikte dini ilimler dinle birlikte ortaya cıkan ozel ilimlerdir. ?bn Haldun, dinin tarihi seyir uzerindeki tesiri konusuna cok ozel bir yer verir. Bu noktadan hareketle dinin de?il dine ba?lı olarak gidi?in de?i?ti?ini soyler. Toplumsal olu?umlar, Arap asabiyeti gibi meselelerin yanında muhtelif ilimlerin ortaya cıkmasını, bunların geli?mesini ?slamiyet ile alakalı gorur. Ona gore butun bu olu?umların merkezi Kur’an’dır. Dil ilimlerinin ortaya cıkması, Arapca uzerinde gosterilen hassasiyet ve ?er‘i ilimlerde ortaya cıkan geli?melere dayanmaktadır. E?er ?er‘i ilimler gere?i gibi veya belirli bir oranda geli?meseydi akli ilimlere dair tercume ve teliflerin yapılması mumkun olmazdı. Bu aynı zamanda dinin “teklifi emir” ihtiva etmesiyle do?rudan alakalıdır ve bu emir “tekvini emir” ile birle?ince insanlı?ın yeryuzunu imar etmekten ibaret olan yaratılı? amacı gercekle?mi? olur. ?bn Haldun’a gore hilafet aklen de?il icmaen vaciptir. Bu noktadan hareketle ?bn Haldun’un, muslumanların Hz. Peygamber’den sonra bir yoneticisinin olması ve onun da siyasetini mumkun mertebe dine uygun bicimde yurutmeye calı?masını bir icma olarak gordu?u soylenebilir. ?bn Haldun bir yonetici tayininin aklen ve ?er‘an vacip olmadı?ı, bunun sadece ?slam ahkamını uygulamak icin gerekli oldu?u, muslumanların kendi aralarında dini hukumleri uygulaması durumunda herhangi bir yoneticiye ihtiyacları bulunmadı?ı, dolayısıyla bu hususun dini bir mesele olmadı?ı ?eklindeki goru?u reddeder. Bu goru?u savunanların, mulk ile birlikte ortaya cıkan ve din tarafından tasvip edilmeyen bircok hususa dayanarak mulkun bizatihi kotu oldu?u kanaatine ula?tıklarını, yoneticinin bulunmadı?ı bir dunyada ya?amanın daha uygun olaca?ını du?unduklerini soyler. Halbuki her ne kadar mulk ile birlikte bazı arzu edilmeyen ?eyler de ortaya cıkabiliyorsa da mulkun gercekle?tirdi?i esas ?eyler ?eriat tarafından da ongorulmektedir. Mesela ?eriat insan turunun korunmasını amaclarından biri olarak gormekte, bu da mulk tarafından sa?lanmaktadır. ?u halde mulku iyi veya kotu olarak gormek do?ru de?ildir, mulk sadece zorunludur. Zorunlu olarak esasen mevcut bulunan bir ?eyin var olup olmaması de?il nasıl olması gerekti?i tartı?ılabilir. Bu hususta tayin edici olan da icmadır. Ayrıca hukumlerin icrası bir gucu, guc de asabiyeti gerekli kılmaktadır. Asabiyet ise kendi icinde mulke yonelmi? olarak mevcuttur (
a.g.e.
, II, 581).
Halifede bulunması gereken ozellikleri zikrederken ?bn Haldun “el-ahkamu’s-sultaniyye” turu kitaplardaki goru?leri ozetler. Bu ozellikler arasında sayılan Kurey?li olma ?artını ise o donemde ?slam dunyasında mevcut kuvvet durumu dikkate alınarak soylenmi? bir ?art olarak kabul eder. Ona gore ilim, adalet, kifayet ve selamet acısından asgari ?artları ta?ıyan herkes halife olabilir. Halifelik esasen bir guc meselesidir; bir hak de?il bir vazifedir. Bu vazife ummet acısından farz-ı kifaye, yeterli gucu elinde bulunduranlar, yani asabiyet sahibi gruplar icin farz-ı ayındır. Cunku Allah insanı yalnız gucunun yetti?inden sorumlu tutar. Bunun anlamı, hilafeti ustlenip yurutebilecek durumda olan asabiyet bu gorevi gucunu korudu?u surece uhdesine alarak yurutmekle yukumludur. Bu husus, tarihi-toplumsal varlık alanının kuralları ile tamamen uyum halindedir. ?bn Haldun’un ifadesiyle, “Varlık bunun ?ahididir; bir ummetin veya neslin yonetim i?ini ona ustunluk kurandan ba?kası yurutmemi?tir” (
a.g.e.
, II, 587).
?bn Haldun, hilafetle mulk arasındaki ayırımı otoritenin ne oldu?u noktasından hareketle belirler. Hilafette asıl olan dinin otorite olması ve hic kimsenin bir ba?kasına bir i?i zorla yaptırmamasıdır. Buna gore otorite do?ru oldu?una inanılarak benimsenen dindir. ?nsanların herhangi bir dı? faktor veya guce ba?lı olmadan kendi iradeleriyle dine uymaları halinde, onceden formel bir anla?ma veya uzla?ma soz konusu olmaksızın aralarında guc ve soz birli?i olu?abilmekte ve din bu olu?umun esasını te?kil edebilmektedir. Boylece ortaya cıkan soz ve guc birli?i, daha ba?ka ?ekillerde ortaya cıkan asabiyetlerle mukayese edilemeyecek kadar guclu bir ili?ki bicimi ortaya cıkararak dunyanın en guclu ve en ahlaklı toplumunu olu?turabilmektedir. Bunun sonucunda guc ba?ka ulkelere yonelerek oraları da ele gecirmeyi ister. Bu istek dinin cihad emriyle de ortu?ur ve dini bir gorev haline gelir. Bu ise varlıkla de?erin bulu?ması ve ayniyeti anlamına gelmekte, ba?ka bir ifade ile boyle anlarda varlık kemale ermektedir. Ancak bu durum da kalıcı de?ildir. Zamanla alt asabiyetler kendini gostererek tarihi-toplumsal varlık alanında onemli bir faktor olur. Boylece di?er asabiyetlerle bir catı?ma ortaya cıkar. Ote yandan iktidar tabiatı gere?i tek elde toplanarak mulke donu?ur. Mulk de kendi tabiatında olanı tahakkuk ettirerek duruma gore dinin ongordu?u ahlaki faziletlerden uzakla?abilmekte, zaman zaman sefahatin ve arzuların tatmin edildi?i bir makam haline donu?ebilmektedir (
a.g.e.
, II, 607-608).
Hilafetin iki temel gorevi vardır. Birincisi, insanın dinin mukellef kıldı?ı ?eylere uymasını sa?layacak on ?artları hazırlamak, ikincisi yonetimi altındaki insanların be?eri umran icinde maslahatlarını gozetmektir (
a.g.e.
, II, 624). Hilafet, bir muessese olarak bu hususları gercekle?tirmek icin kendi alt kurumlarını olu?turur. ?bn Haldun, bu konuların normatif tarafının fıkıhta ve “el-ahkamu’s-sultaniyye” kitaplarında ele alındı?ına i?aretle (
a.g.e.
, II, 626) bu muesseselerin nasıl ortaya cıktı?ını tasviri bir ?ekilde inceler. Mulk, e?er ?slami bir hususiyet arzediyorsa bu hususları hilafete tabi olarak surdurur; yani mulk bizatihi ?slami veya gayri ?slami bir yonetim ?ekli de?ildir. Ancak takip etti?i ilkeler acısından ?slami bir huviyet kazanabilir. Bu durumda hilafetin ustlendi?i gorevleri ona tabi olarak ustlenir ve devam ettirir (
a.g.e.
, II, 664). Mulk ?slami bir hususiyet arzetmezse tamamen dunyevi maslahatlar gozeterek varlı?ını ve muesseselerini olu?turur; zamanla bir zulum carkı haline gelir ve Allah’ın takdir etti?i ana kadar yonetimini surdurur. Hilafetin ve mulkun kurumları, onun tabiatında mevcut olanın mahiyetine uygun bir ?ekilde tahakkukundan ibarettir (
a.g.e.
, II, 624-625). Din ?slami devlet ve varlı?ın sureti, devlet ve buna dayalı olarak ortaya cıkan tarihi-toplumsal varlık onun maddesidir. Din, ?slam devletini ve ona dayanan her ?eyi tayin eden en onemli faktordur (
a.g.e.
, II, 900).
?bn Haldun’a gore asabiyet zorunlu olarak mulke yonelir; bedevilik de insan tabiatı gere?i hadarili?e yonelmi? olarak bulunur. Bu yoneli?, her asabiyetin mulke ula?amaması gibi her zaman tahakkuk etmeyebilir; ancak boyle bir yoneli?in mevcudiyeti esastır. ?nsanlardaki hadarili?e yoneli? rahat ve sukuna yoneliktir. Rahat ve sukun hadarilikle gercekle?ti?i icin ozellikle mulke ula?mı? olan topluluklar hadarili?e yonelir. Mulk sahipleri genellikle yerle?ik hayatı tercih ederler. ?ehirlerin ortaya cıkması devletin ortaya cıkmasından sonra mumkun olur; varlıklarının devamı da devletin veya mulkun varlı?ına ba?lıdır. Bundan dolayı devletin ?ehirlerden once de mevcut oldu?unu veya ?ehirlerin olmadı?ı yerlerde devletin bulundu?unu kesin bir ?ekilde soylemek mumkundur.
?bn Haldun, tarihi-toplumsal varlık alanının insanın iradesi dı?ında ve ondan ba?ımsız olarak mevcut oldu?unu kabul etmektedir. Kulli irade gidi?i tayin etmekte, ancak bu tayin kalıcı olan hicbir ?eyi ongormemektedir. ?nsan iradi veya gayri iradi olarak bu gidi?e katılmaktadır. Allah, olayların kendi iradesi yonunde gercekle?mesi icin insanlara hidayet eder. Bu hidayete uyulsa da uyulmasa da insanlar kendi turlerinin bekasını koruyacak olu?umlara zorunlu olarak katılırlar. ?nsanın cuz’i iradesi, kendi icinde barındırdı?ı imkanlar acısından bu olu?uma katılmayı mumkun kılacak tarzda tecelli etmektedir. Yani insan hangi kararı alırsa alsın bu karar tarihi-toplumsal varlık alanının kuralları icinde olu?makta, boylece ilahi irade her halukarda tecelli etmektedir (
a.g.e.
, II, 921-922).
?lim.
?bn Haldun klasik felsefe gelene?i icinde du?unen musluman bir du?unurdur. Bu husus kendini hem ilim anlayı?ında hem de ilim tasnifinde gosterir. Ona gore ilim bir alanla ilgili malumat yı?ını de?il bir melekedir ve bu melekeye sahip olan insanlar tarafından ta?ınır. ?lmi ta?ıyanlar bir toplum icerisinde var olduklarından toplumsal ?artlara ba?lı olarak ilimlerin durumunda da de?i?iklikler ortaya cıkar. ?limler de tarihi-toplumsal varlık alanının bir parcasıdır. Dolayısıyla bu varlık alanının kuralları cercevesinde ortaya cıkar, geli?ir ve yok olur. ?limlerin en onemli ozelliklerinden biri geleneksel olmalarıdır. ?slam ilim ve e?itim tarihinde gelene?i sened (silsile) ifade eder. ?limler senedlerini muhafaza ettikleri surece toplum tarafından itibar gorurler. Siyasi hayatta gercekle?en yukseli? ve du?u?ler ilmi hayata da aynen yansır. ?lim adamlarına ilgi, vakıf gibi muesseselerle kalıcı hale getirilirse ilim de buna ba?lı olarak kalıcı hale gelebilir ve siyasi dalgalanmalardan etkilenmez (
Mu?addime
, III, 1257-1260). ?bn Haldun, ilmi bir meleke olarak gorurken bu hususta dayandı?ı en temel tecrube dil bilgisidir. Bir dili bilmek, onu meleke olarak kullanabilmek oldu?u gibi bir ilmi bilmek de o ilmin meselelerinin cozulmesi hususunda meleke sahibi olmak anlamına gelir (
a.g.e.
, III, 1262).
?bn Haldun ?slam tarihinin ilk doneminde ilim ve ilim anlayı?ına, ilimlerin ortaya cıkı?ına dair onemli tesbitlerde bulunur. Bu tesbitler, ilmi ferdi bir vakıa olarak gormedi?i icin sosyolojik bir acıklama niteli?ini ta?ır. ?limlerin mahiyetleri hakkındaki goru?unu tarihlerinden hareketle ortaya koyan ?bn Haldun’a gore ilimler, ?slamiyet’in ilk donemlerinde sistematik bir tarzda de?il daha cok gunluk hayatın birer parcası olarak nakledilen rivayetlerden te?ekkul etmi?tir. O donemlerde ilim dinle aynı anlama gelmekte, Kitap ve Sunnet’ten ibaret olarak gorulmekteydi. ?lim hayatın kendisi oldu?u icin gunluk hayatın icinde ve hayatla birlikte ya?anarak naklediliyordu. Hz. Peygamber’in sahabileri ce?itli Arap kabilelerine gondermesi onlara dini o?retmeleri icindi. Bu devirde sistematik bir doktrin e?itiminden bahsetmek mumkun de?ildir. Farklı adet ve orfleri olan, farklı co?rafyalarda ya?ayan insanların musluman olmalarıyla birlikte yeni orf ve adetler ummetin orf ve adetlerini zenginle?tirmi?, bunlar arasında dine uymayanların tefrik edilmesi gere?i ortaya cıkmı?tır. Bunun sonucunda dinin sistematik bir ?ekilde o?retilmesi ve meleke haline gelmesi zarureti do?mu?tur. Bu a?amada, daha once ya?anan hayattan ibaret olan ilmin ce?itli alanlara bolunmesi kendi mustakil terminolojisi olan muhtelif ilimleri ortaya cıkarmı?tır. ?lim, ilk donemlerde iktidar sahipleri tarafından de?il bunların dı?ında kalan bir zumre tarafından ta?ınmı? ve sistemle?tirilerek o?retilmi?tir (
a.g.e.
, I, 322-323; III, 1257-1263).
?lk donemlerde ilimle dinin aynı anlama gelmesi siyasi hayat acısından da onemlidir. ?lk devirlerde halife kendi ba?ına bir otorite de?il gercek otorite olan dinin bir mumessilidir. Tesirini insanların ic dunyasında gosteren din dı?arıdan herhangi bir zorlamayı gereksiz hale getirir (
a.g.e.
, II, 607). Dinin otorite oldu?u ?artlarda zahiri anlamda bir otoritenin do?rulara uyulup uyulmadı?ını takip etmesine gerek yoktur. ?nsanların hayatında din ilimle, ilim de hayatla do?rudan irtibatlı, hatta hayatın bizzat kendisi oldu?u icin ozel bir durum soz konusu olmaktadır. Ancak bu durum ba?ladı?ı gibi devam etmez. Dinle ilim, ilimle hayat arasındaki ilgi de de?i?ir ve giderek birbirlerinden farklı hale gelirler. Dinle ilim ve hayat arasındaki alakanın keyfiyetindeki bu de?i?me her zaman yeniden ortaya cıkabilir; yani din, ilim ve hayat tekrar aynile?ebilir. ?lim, olması gerekeni bir kenara bırakıp olanın ahvaline arız olanları tesbit etmeye calı?ır; di?er taraftan olması gerekenle de ilgisini koparmadan, fakat bunları birbirinden ayırarak varlı?ını surdurur.
?bn Haldun’un, ilmi o ilim icerisinde kullanılan terimlerden ayırması oldukca onemlidir. Ona gore ilim bir melekedir; terimler, bu meleke kullanılırken insanlar arasında anla?mayı sa?lamak icin olu?turulmu? vasıtalardır. Bir ilmin terimlerini ezberlemek ilim sahibi olmak anlamına gelmez. Bir ilme sahip olmak demek, o ilimde kar?ıla?ılan meseleleri ba?kalarının yardımı olmadan cozebilecek bir duruma gelmek demektir.
?bn Haldun’un felsefeye, felsefenin de ozellikle Tanrı’nın varlı?ı, peygamberlik, vahyin mahiyeti ve ahiret gibi konulara yonelik acıklamalarına yoneltti?i tenkitler asıl itibariyle epistemolojiktir. ?bn Haldun, filozofların bilme iddiasında oldukları bu konuları bilmeleri icin ellerinde bulunan imkanın (akıl) yetersiz oldu?unu, dolayısıyla soz konusu meselelerin akılla kavranamayaca?ını, insanın bu alanda akli olarak do?ru oldu?u kanıtlanmı? veya kanıtlanabilir bir ?ey soyleyemeyece?ini savunur. Cunku bu konular akılla ispatlanabilir veya reddedilebilir hususlar de?ildir. Ancak bu onun bir felsefe kar?ıtı oldu?u anlamına gelmez. ?bn Haldun, felsefenin veya akli ilimlerin di?er konularında cok musbet bir tavır sergilemi?tir. Kendi temellendirdi?i umran ilmini ve bu anlamda tarihi hikmet ilimlerinden biri olarak gormesi, onun felsefi ba?lamda du?undu?unu ve felsefeye oldukca onemli bir yer verdi?ini gostermektedir. Ancak bu husus, daha once ya?amı? olan filozof ve kelamcılarla aynı du?unceleri payla?mak zorunda olmasını gerektirmez. Her buyuk du?unur gibi ?bn Haldun da kendisinden once elde edilen felsefi ba?arılardan istifade ederek o gune kadar farkedilmeyen tarihi-toplumsal varlık alanının mevcut oldu?unu tesbit etmi?, felsefenin konularına bir konu daha ekleyerek tarihi-toplumsal varlık alanını felsefi bir temele oturtmu?tur. ?bn Haldun’un kendisinden sonra gere?i gibi anla?ılmamasının muhtemelen en onemli sebebi, onun boyle bilinmeyen bir varlık alanını ilk defa ara?tırma konusu yaparak bunu bir ilim ?eklinde temellendirme te?ebbusunde bulunmasıdır. ?bn Haldun’un umran ilminde takip etti?i metodu, farklı alanlara uyguladı?ı
Mu?addime
’nin ozellikle “?lmu esrari’l-huruf” kısmında gorulmektedir. Huruf ilminin en temel iki ilkesi terkip ve tecrittir. Onun umran ilminde takip etti?i fenomenolojik yolun esasını da terkip ve tecrit olu?turmaktadır. ?bn Haldun, felsefe ile me?gul olmanın her ne kadar Tanrı’nın varlı?ı ve sıfatları, peygamberli?in mahiyeti ve ahiretin keyfiyeti gibi konularda herhangi bir sonuc vermeyece?i gerekcesiyle bir tur abesle u?ra?mak oldu?unu soylese de insanda do?ru du?unme yonunde sa?lam bir meleke olu?turdu?u, bu melekenin uygun alanlarda kullanılması halinde cok buyuk faydaları da birlikte getirece?i kanaatindedir. Bu kanaatini sadece ifade etmekle yetinmemi? (
a.g.e.
, III, 1216),
Mu?addime
’de bizzat uygulayarak metafizikte takip edilen usulun gere?i gibi kullanıldı?ı takdirde yeni ilimlerin vazedilmesi de dahil olmak uzere cok faydalı sonuclar verebilece?ini gostermi?tir.
E?itim.
?lmin esasen bir meleke olması ve ilmi-ahlaki melekelerin de daha cok bu melekeye sahip olan alimlerle do?rudan kurulacak ili?kilerle kazanılması ilimle e?itimi bir noktada birle?tirir. Bu durumda e?itim ve o?retim, do?rudan hoca-talebe munasebetiyle kazanılan bir malumat alı?veri?i olmaktan cıkmakta, hemen butun boyutlarıyla bir hayat ve du?unme tarzının meleke olarak kazanılması surecinin bir parcası haline gelmektedir. Boylece e?itim ve o?retim bizzat ilmin bir parcası olmaktadır.
?bn Haldun’a gore e?itimin amacı talebenin yetenekli oldu?u alanda bir meleke kazanmasını sa?lamaktır. Talebenin ya?ı ve zihni kabiliyetleri dikkate alınması gereken onemli hususlardır. Ozellikle cok muhtasar ve kavramlarla dolu eserlerde bu hususa dikkat edilmedi?i icin bu tur eserler her ne kadar ezber icin musait olsa da anlamadan ezberleme meleke kazanmayı engellemektedir. Bu husus ilim tahsilinin onundeki en onemli engellerden biridir. E?itimde asıl amac sadece malumat vermek de?il tam bir meleke kazanılmasının sa?lanmasıdır. Bu mesele muteahhirin doneminde yeterince dikkate alınmamı?tır (
Mu?addime
, III, 1242).
E?itim anlayı?ında ?bn Haldun’un esas aldı?ı husus insanın ba?langıcta hicbir ?ey bilmedi?i, ancak zaman icerisinde tecrubi olandan ba?layarak tecrit ve terkibe do?ru giden bir zihni geli?me sureci ya?adı?ıdır. E?itim, insanın zihni geli?iminde mevcut olan bu duruma dikkat edilerek talebenin once kendi tecrubesiyle bildi?i ?eylerden ba?lamalı, bilinmeyenlere daha sonra gecilmelidir. E?itim ve o?retimde her ilim icin uc ayrı a?ama uygulanmalıdır. Birinci a?amada amac, kabiliyetini dikkate alarak talebeyi ilmin esasına ve esas meselelerine yakla?tırmaktır. ?kinci a?amada muhtelif meseleler ve bunlarla ilgili ihtilaflar uzerinde durulur. Bu a?amada talebeye ilmi meseleleri halletme yontemleri, varsayımların ve delillerin neler oldu?u ve bunların kullanılı? ?ekilleri sonucları ile birlikte gosterilir. Ucuncu a?amada o ilmin halledilmi? olan meseleleri cozum yolları ile beraber yeniden gozden gecirilir, daha sonra cozumlenmemi? meseleler ele alınır. Boylece talebenin o ilimle ilgili tam bir meleke kazanması sa?lanır. Bu gercekle?ti?i zaman talebeye icazet verilir (
a.g.e.
, III, 1243). E?itim tarzı talebelerin karakterlerine de do?rudan tesir etti?i icin oldukca onemlidir. ?bn Haldun’a gore baskı insanlardaki te?ebbus gucunu yok eder. Kabiliyetsiz birini bir ilim alanında yeti?tirmeye calı?mak bo?una zaman harcamaktır. Bundan dolayı hocanın once talebenin kabiliyetli olup olmadı?ını tesbit etmesi, daha sonra a?ama a?ama ilmi o?retip onu meseleleri cozme yoluna sokmaya calı?ması gerekir (
a.g.e.
, II, 480-481; III, 1253-1254).
Tesiri.
?bn Haldun, temellendirdi?i umran ilminin meselelerinin geni?letilip muhtemel hatalardan arındırılarak tamamlanmasını daha sonra gelecek nesillere bırakmı?tır (
Mu?addime
, III, 1365). Ancak sonraki donemlerde ne yazılan eserlerde umran ilminden bahsedilmi? ne de bu ilim medrese icerisinde kendisine bir yer bulabilmi?tir. ?bn Haldun’un arzu etti?i husus gercekle?memi?se de eserleri hem ?slam dunyasında hem de Batı’da cok sayıda du?unur ve tarihci tarafından okunmu?tur.
?bn Haldun’un tesiri onun algılanı? ?ekliyle do?rudan ilgilidir. ?bnu’l-Ezrak gibi bir kısım alimler
Mu?addime
’yi daha cok bir tur siyasetname olarak gormu?, ihtiva etti?i bazı du?unceleri ozetlemi? ve muhtelif konulardaki du?uncelerini daha farklı malumatla destekleyerek onun muhtemel bazı kaynaklarına da i?aret etmi?lerdir. Makrizi gibi bir kısmı da ?bn Haldun’un daha cok tarihci yonu uzerinde durarak onun tarih yazıcılı?ıyla ilgili tenkitlerini dikkate alıp olayları kendi ortam ve surecleri icerisinde kavramaya calı?mı?lardır. ?bn Haldun Katib Celebi, Naima ve Pirizade gibi Osmanlı uleması tarafından daha cok tarihci olarak tanınmı?, vazetti?i umran ilmi bir ilim olarak kabul edilmi?, ancak uzerinde herhangi bir calı?ma yapılmamı?tır (
Mu?addime
, ne?redenin giri?i, I, 261-266; Fındıko?lu, s. 156-162). XX. yuzyılda, onun du?uncesi kendi butunlu?u icerisinde gorulmeksizin bazı unsurları modern disiplinlerden biriyle ilintili olarak sadece bir yonuyle ara?tırma konusu yapılmı?tır. Bundan dolayı ?bn Haldun’un du?uncesinin gere?i gibi anla?ıldı?ını soylemek oldukca zordur.
Batı’da ?bn Haldun’un goru?lerine paralel du?unceler XVI. yuzyıldan itibaren ortaya cıkmı?tır. Bu du?uncelerin, onun dile getirdi?i fikirlerle muhtelif noktalardan benzerlikleri dikkat cekecek kadar acık olmasına ra?men Arnold Toynbee gibi cok azı dı?ında Batılı fikir adamları du?uncelerinin ?bn Haldun ile alakası konusunda bir ?ey soylememi?lerdir. Bu sebeple onların du?unceleriyle ?bn Haldun arasında bir ilginin bulunup bulunmadı?ı konusunda kesin bir ?ey soylemek mumkun de?ildir. ?bn Haldun’un goru?lerine benzer goru?ler Macciavelli’den Norbert Elias ve Ernest Gellner’a, hatta John Searle’e kadar ula?maktadır. Muhtelif ara?tırmacılar tarafından benzer du?unceleri oldu?una dikkat cekilen Batılı du?unur sayısını Umit Hassan altmı? olarak vermektedir (
?bn Haldun’un Metodu ve Siyaset Teorisi
, s. 25-46; ayrıca bk. Arslan, s. 16-24). Ancak bu sayının daha da artması mumkundur. Mesela Hegel’in devlet anlayı?ı ile ?bn Haldun’un mulk anlayı?ı arasındaki paralellik, Dilthey’in manevi ilimleri (geisteswissenschaften) kurma te?ebbusunde takip etti?i yolun ?bn Haldun’un umran ilmini kurarken takip etti?i yola benzemesi, Kant’ın aklın sınırlarına i?aret etmesiyle ?bn Haldun’un bu husustaki tavrı arasındaki benzerlik, Auguste Comte’un adını verdi?i sosyolojinin konusu ve tek yonlu de olsa a?amalar anlayı?ı ile ?bn Haldun’un goru?leri arasındaki bazı benzer hususlar, Norbet Elias’ın “Außenseiter”i ile ?bn Haldun’un bedevili?e verdi?i rol arasındaki benzerlik, Spengler’in
Der Untergang des Abendlandes
adlı eserinin planının
Mu?addime
’nin planına cok benzemesi, Durkheim’in “fait social”i ile ?bn Haldun’un toplumsal alana verdi?i varlık yuklemi arasındaki benzerlik ve ?bn Haldun gibi matematikci olarak yeti?en Husserl’in onemli bir ba?arısı olarak kabul edilen fenomenolojik metot ile ?bn Haldun’un takip etti?i metot arasındaki benzerlik ilk bakı?ta dikkat ceken hususlardır. Bu benzerliklerden hareketle adı gecen du?unurlerin ?bn Haldun’un tesiriyle bu goru?lere sahip olduklarını iddia etmek mumkun de?ildir. Ancak bunlar onun du?uncesinin geni?li?i, derinli?i ve evrenselli?i konusunda bir fikir vermesi acısından onemlidir.
B?BL?YOGRAFYA
?bn Haldun,
Mu?addime
, I-III.
Ziyaeddin Fahri Fındıko?lu, “Turkiyede ?bn Haldunizm”,
60. Do?um Yılı Munasebetiyle Fuad Koprulu Arma?anı
, ?stanbul 1953, s. 153-163.
Muhsin Mahdi,
Ibn Khaldun’s Philosophy of History
, London 1957.
Ali el-Verdi,
Man?ı?u ?bn ?aldun
, Beyrut 1994.
Ahmet Arslan,
?bn-i Haldun
, Ankara 1997.
Umit Hassan,
?bn Haldun’un Metodu ve Siyaset Teorisi
, ?stanbul 1998.
Ahmed Cabbar, “?bn Haldun’un Hayatında ve Eserlerinde Rasyonel Bilimler”,
Bilim ve Utopya
, sy. 57, ?stanbul 1999, s. 10-13.
Maddenin bu bolumu TDV ?slam Ansiklopedisi’nin 1999 yılında ?stanbul’da basılan 19. cildinde, 543-555 numaralı sayfalarda yer almı?tır.
Matbu nushayı pdf dosyası olarak indirmek icin tıklayınız.